Uzakyol Baş Mühendisler Derneği forumuna üye olabilmek için dernek üyeliği gerekmektedir. Dernek üyeliği önbaşvuru için sitemiz üzerinden başvuruda bulunabilirsiniz.

S/S AYDIN - 2

Başlatan İlhanÖzerdim, Mayıs 22, 2024, 02:14 ÖS

« önceki - sonraki »

İlhanÖzerdim

Bu aşama çok önemli olsa da insana bir yolda yada trafikte araba kullanma coşkusunu vermiyor, doğallıkla. Ama bu özentimi gidermenin yolunu buldum. Hurdalığımızın önünde 1-2 Km. uzunluğunda işlek olmayan yol vardı. Patronlar gelmeden sabah erkenden kalkıp o yolda koskoca kamyon ile 4-5 tur atıyor ve böylece uzun yolda araba kullanma tadını çıkarıyordum, her sabah.

Yakınlarımızda bir lokanta vardı. Aynı zamanda kafe olarak da çalışıyordu. Ben ara sıra orada yemek de yerdim. Bazen Patronların cömertliği tutar  "İlay (bana İlhan diyemezlerdi) git kafeden 3 çay al da beraberce çay içelim" önerisinde bulunurlardı. İtalyan Patron 'limonlu', Yahudi Patron 'sade', ben ise 'şekerli' çay içerdik. Kafeye gider görevli kıza "tea with lemon, tea with sugar and  tea with nothing" diyerek siparişi verir çayları alır gelirdim.

Aradan 3-4 ay gibi bir süre geçti. Bir gün yine aynı görevli kıza çay siparişi verdim. Yüzünde oldukça sevecen bir anlatımla "(tea with nothing) demeyin, (plain tea) derseniz daha doğru bir İngilizce olur" dedi. . İngilizcenin kritik bir noktasına parmak basma özentisine beğeni duygularımı ekleyerek en içten teşekkürlerimi ilettim. Ne de olsa aramızdaki bu küçük söyleşi 'gönül' alanının çizgilerini de zorladı biraz. Ben aslında plain kelimesini biliyordum ama böyle kullanılışını yeni öğrenmiş oldum.

İtalyan Patron sıkılmayayım ve değişik bir pazar günü geçireyim diye bazen beni evine alırdı. Eşi, eşinin annesi, küçük bir kızı ve kendisi ile ev halkı 4 kişiydi. Güzel bir pazar yemeği yerdik beraberce. İlk katıldığım günlerde tabağımda yemek bitince "biraz daha ister misin?" diye sordular; Türk geleneği gereği, "isterim" demek aç gözlülük anlamına geleceğinden, onların ısrar edeceği beklentisi ile "hayır, teşekkür ederim" dedim. Fakat o da ne? Onlardan "biraz daha ye" gibi bir üsteleme çıkmadı. Halbuki ben değil bir, dört tabak daha yiyebilecek iştahı olan biriyim. Çok değil bir iki kez aç kaldıktan sonra yemeğin "daha"sını hiç geri çevirmedim. Tabağıma ek yemek konmasını hep aç gözlü bir istekle karşılarken, onlar tabağım boşaldıkça yemek koymaktan adeta usandılar !!!

Hanımın annesi bana bir şeyler anlatmaktan hoşlanırdı. Uzun uzun konuşurdu. Ama ben anlatılan konuları şimdi hiç anımsamıyorum. Yalnız bir şey çok ilgimi çekmişti; sözlerinin arasına arada bir "you're telling me" diye bir deyim sokuştururdu. "ne diyorsun ya", "bu da laf mı yani" gibi bizim Türkçede de kullandığımız deyimlere ben benzetmiştim. Yıllar geçti;  hiçbir İngilizce metinde, hiçbir İngilizce konuşanda bu deyime rastlamadım. Yaşlı teyze konuşmasını etkili kılmak, heyecanı artırmak için kendi uydurduğu bir deyim olsa gerek diye düşünüyorum.

İtalyan patronum bir kere de beni kendi annesine götürdü. Annesinin evi kendi evinden çok uzaktaydı. Gelin-kaynana arasındaki nazik ilişkiyi mesafe ile zararsız bir düzeyde tutmayı başarmış olduğu izlenimi edindim. Oğlu çok sever diye biber dolması yapmış. Çok lezzetliydi. Ben pek sevmezdim ama o kadar hoşuma gitti ki, üç kocaman dolmayı mideye indirdim. Bizim gemilerde pazar günü kuru fasulye (kuru soğan eşliğinde), pazartesi günü de biber dolması pişirirdi aşçıbaşı. Biber dolmaları çok yavan ve lezzetsiz olduğu için bu güzel Akdeniz yemeği maalesef benim nefretimi kazandı. Ama Akdenizli İtalyan anne benim biber dolması konusundaki yanlış düşüncemi alt üst etti ve olumlaştırdı. Artık ben de gemi dışında biber dolması yer oldum. Hâlâ da çok severim. Bir kez de arkadaşım Metin Epçim'in (Mk.56) annesi bizi biber dolmasına çağırdı. Ama onun pişirdiği biber dolmaları İtalyan anneninkilerinin lezzet düzeyinin çok üzerindeydi. Ben yemeğin adını "Biber Dolması Kebabı" olarak değiştirdim.

Parçalanarak biriktirilen araba parçalarını şevrole kamyona yüklemek de benim görevimdi. Parçaların arasında "rear end" denilen parça çok ağırdı ve ben bir halterci gibi onu kaldırıp kamyona atmakta çok zorlanırdım.

Vites kutusundan çıkan şaft arka tekerlekler hizasına kadar gelir ve orada "diferansiyel" denilen bir dişli kutusuna girer, burada dönüş hareketi 90 derece yön değiştirerek sol ve sağ arka tekerleklere ulaşır. Ama olay anlatıldığı gibi böylesine basit değil; bilindiği üzere bir araba, örneğin sola dönerken sağ tekerlekler soldakilere kıyasla daha hızlı döner. Araba sağa dönüyorsa olay tersinir. Bu dönüş farkını  gidermek ve tekerlekler arası dönüşleri dengelemek için "diferansiyel" denilen ve dönüş farkı gideren bir dişli düzeneği kullanılır; beni halterci yapan ağır parça da budur. Arabaları rahatlatmak için kullanılan bu düzenek, doğanın imalatı olan canlıların omurgası için çok zararlı oldu. Belim tutuldu. Bir hafta ya da on gün yattım, kaldım. Hiç hareket edemedim. Bir süre sonra ağrı giderek hafifledi ve ben eski İlhan'a döndüm. Fakat tam kurtuluşu edinmemişim ki, her 2-3 yılda bir bu bel ağrısı beni 3-4 gün yatağa bağladı. Yıllar böyle sürdü gitti. 2008'lere doğru bu  bel ağrısı şiddetini ve sıklığını arttırdı.  Doktorlar 'ameliyat' dediler; ama benim yanıtım kararlı ve kesindi, "odamdan tuvalete gidebildiğim sürece ben ameliyat olmayacağım." Sonra ne mi oldu? 10-15 yıl geçti, bu günlere geldik. Bu süre içinde bana bel ağrısı hiç uğramadı. Bu bel ağrısı beni niye bıraktı gitti diye ben de çok şaşırdım. Şimdi anamdan yeni doğmuş gibi tap tazeyim ve çok rahat tuvalete gidebiliyorum.
 
1957 yılının ilk ayları, kışın son günleri; beni çok şaşırtan bir telefın geldi. Kimden mi? Siz de şaşıracaksınız: Nejat İncediken'den (Gv. 50).
 
Nejat Ağabeyin eşi Fatma Hanım New York'ta Columbia Üni.de Türk kürsüsü profesörü, Nejat Ağabey de boş durmamak için bir sigorta şirketinde çalışıyor.

Deniz Nakliyatın bir gemisi ile NewYork'a gelen Cemal Kolçak (Boy Cemal Mk. 49) Nejat Abiye benden söz ediyor ve "şu adamı bul da serseriliği bırakmasını sağla" diyor. Nejat abi benim telefonu nasıl bulduğunu hiç bilmiyorum. Ama sonuçta beni ikna etti. Amerika'da kaçak durumdan kurtulmam için, "sana çalışacağın bir gemi buluruz ve Amerika'dan çıkış yaparsın" dedi. "Gemi bulmakta ben sana yardımcı olurum" diye de ekledi.
 
Bunun üzerine ben hurdacılıktan istifa ettim. Benim yerime hurdacıya kim geldi diye merak edenlere söyleyeyim: ben orada işe başladığımda kimse yoktu ki, ayrılınca birisi gelsin. Peki benim yaptığım işleri kim yapmaya başladı? Doğal olarak patronlar; ne olacak, 35 dolarlık kolay bir iş !!!
   
Böylece Amerika serüveninin  "hurdacılık aşaması" kapanmış oldu.

********************************************************
Pek fazla olmayan kişisel eşyalarımı yerleştirdiğim orta büyüklükteki çantam elimde, Hicksville tren istasyonunda treni bekleyişim, fotoğrafı çekilmiş gibi hâlâ gözümün önünde; koskoca Amerika'nın, koskoca New York'un sonsuz gözeriminde (ufuklarında) kendimi bir fiske dibi duyumsayarak o büyük ortamın bir noktasından belli olmayan bir noktasına gitmek üzere yoldayım. Nereye gidiyorum? O da belirsiz !!

Tren geldi. Bindim. Empire State'in yakınındaki Pensilvanya (Pennsylvania) İstasyonunda indim. Yeryüzüne çıkmak sakıncalı. Çünkü kaybolurum. Yer altında rotamı çizebileceğim çok olanak var. Birkaç kat yukarı mı çıktım?Aşağı mı indim ? Bilmiyorum; sonunda yer altı tren istasyonunu (subway) buldum. Brooklyn trenine bindim, Central Ave.da indim. Bunlar bilinçsizce gidilen yollar. Nerede sonlandı derseniz? Ayı Ahmet'in evinde. "Merhaba, ben geldim" dedim, kendi evime gelir gibi, attım çantayı bir kenara, soyundum, daha önce yattığım karyolaya uzandım. Uyumuşum.

Yıllar sonra ancak şimdi aklıma geldi; evinde bu kalışlarım için Ayı  Ahmet benden bir ücret istemedi, hiç anıştırmadı (hatırlatmadı) diye  anımsıyorum. Beni hep konuğu gibi öngörme tutumu, benim bir ücret ödeme gereğini gündeme getirmemiş olabilir. Ayrıca maddi bir sıkıntısı olduğu da hiç gündeme gelmedi. Yani bu ücret konusu belleğimde karanlık. Beni oğluymuşum gibi özümsedi. Bütün bu izlenimlerin sonucu Ayı Ahmet'in evini babamın evi gibi benimsedim. O zaman Ayı Ahmet yukarıda anlattığım öbür Türklerden ayrı bir kişiliği olsa gerek. Zaten onların hiç biri ile görüşmez ve kulübe de gitmezdi, Ayı Ahmet. Bana yaptığı babalığı unutamıyor ve bütün yüreğimle Allahtan rahmet diliyorum.
 
Şanslıymışım; Nejat İncediken Ağabeyin de bana yardımlarını unutamıyorum. Gemilere personel bulan bir acenteye gönderdi beni. Panama bayraklı bir Yunan gemisinde 3. Müh. olarak çalışacağım. O günlerde de Kıbrıs konusu dolayısı ile Türkiye ve Yunanistan arası gergin. İster misin, gemi seferdeyken 2-3 fanatik Rum karga tulumba beni denize atsınlar? Korkmadım desem, yalan olur. Bu ödlekliği kafamdan silerek, işi şansa bıraktım. Ama bu  iş olmadı. Çünkü kaçak durumundayken Amerika'dan çıkışım gemi Kaptanına sorumluluk yüklermiş. Kaptan suç işlemiş olacağından beni gemiye almazmış dedi, acente ve böylece o iş de yattı. Yani işin kısa anlatımıyla, Amerikadan çıkabilmem için Göçmen Dairesinden (immigration) Temiz Kağıdı almam gerekiyormuş. İş yine Nejat abiye döndü.

Deniz Nakliyatın NewYork acentesi Thule Ship, sahibi Mr.Cofield  (yazılış yanlış olabilir) ile Nejat Ağabeyin yakın ilişkisi var. Hem daha önceden taşıyorlar, hem de Nejad Ağabeyin eşi Prof. Fatma Hanım acentenin çalışanlarına Türkçe dersi veriyormuş, o sıralar. Nejad Ağabey Mr. Cofield'e benden söz ederek Göçmen Dairesine karşı beni sahiplenmesini sağladı. Böylece Thule Ship "adı geçen kişi bizim adamımızdır. Gemisini kaçırmasıyla Amerikada kalmıştır. İlk gemi ile yurduna dönecektir" bilgisi ile Göçmen Dairesine başvurduk. Mahkemeye çağrıldım. Thule Ship yanıma bir çalışanını kattı, Mr. Kurt adında Alman asıllı bir delikanlı. Onunla çok iyi arkadaş olduk. Oldukça güzel ve genç bir Hanım Hakimin karşısına oturduk. Yargılama başladı. Bir sürü soru ve yanıtların çoğunu anımsamıyorum, şimdi. Sadece küçük bir bölümü kalmış aklımda. Bir sürü laf salatasıyla Mobilde gemiyi nasıl kaçırdığımı anlattım. Bizim gemiler çoğunlukla NewYork'a geldikleri için cebimde kalan para ile bir bilet alıp otobüsle NewYork'a geldim. "Neden polise başvurup yardım istemedin?" sorusuna verdiğim yanıt şöyleydi: "Derdimi anlatacak kadar İngilizce konuşamıyordum ve Amerika'da bir göçmen sorunu olduğunu da bilmiyordum."

"Ama siz İngilizce'yi iyi konuşuyorsunuz!!"
"Burada kalışım süresinde öğrendim, efendim."
"Bu kadar kısa sürede mi?"
"Biz Türkler çok çabuk yabancı dil öğreniriz, efendim."

Bu benim anlatımım (ifadem); ister inansın, ister inanmasın !!

Duruşma sonlandı. Bana Amerika'dan kendi olanaklarımla çıkmam (departure) için 2 ay süre verdi, güzel Hakim Hanım.

Kısa bir süre sonra yeniden Göçmen Dairesinden çağrıldım. Bu defa sadece bir avukat ses alıcı aygıtı ile benim anlatımıma  başvurdu. Konu "Amerika'dan ayrılma isteğimdi. Yani sanki Amerika'yı beğenmiyor muydum?" (Bu da Amerikanın aşağılık duygusu olsa gerek.)

"Hayır, öyle bir düşüncem hiç olmadı. Tam tersine Amerika çok görkemli, her yönden büyük atılımlar gerçekleştirmiş çağdaş ve tam yaşanılası bir ülke. Ama benim Amerika'da yaşamama engel iki neden var: birincisi göçmenler hakkındaki ABD Yönetmeliği, ikincisi, ben bir Türküm ve memleketimde yaşamayı yeğlerim. Bütün bu nedenlerle memleketime dönüyorum" dedim ve görüşme sonlandı.

Bütün bu işlemlerin yürütülmesi New York'ta benim tanış gözerimimi (ufkumu) genişletti. Şöyle ki: New York'ta Queens denilen bölgede oturan başka bir gurup Türklerle tanışma olanağını buldum. Bu Türkler Türkiye'nin elit tabakasından gelmiş olup, yüksek eğitimli, Amerika'da iş tutmuş ya da Türkiye Devleti çalışanı (memuru) olan  çağdaş ve uygar insanlardı. Gülcemal gemisinden kalma Türklerle hiç bir ilişki ve ilgileri olmadığı gibi, birbirlerinin varlığından bile haberleri yoktu, sanırım. Bu gurubun ev toplantılarına katıldım. Aralarında Türkiye'den tanış oldukları bir Ermeni de vardı. New York'a ilk geldiğinde Empire State gökdeleninin dibinden binanın tepesini görmek çabası ile yukarı doğru bakarken arkaya devrilip düştüğünü anlatmıştı. Hepimiz buna çok gülmüştük. Bunların arasında şimdi adını unuttuğum benim yaşımda bir İzmirli ile iyi arkadaş oldum. Bu arkadaşın New York'ta iş sahibi ya da Türk Devletinin çalışanı olan ablası ve eniştesi vardı. Onların konuğu olarak Amerika'ya gelmiş, vizesi bitince benim gibi kaçak durumuna düşmüş. Bütün amacı Zati Sungur gibi illüzyonist olmak. New York'a ilk geldiğinde buna bir üniversitenin kafeteryasında iş bulmuşlar. Büfede 6 kişi imişler. Fakat bunun eli öylesine çabukmuş ki, müşteri öğrencilerin isteklerini tek başına karşılayabilince Yönetim öbür 5 çalışana yol vermiş ve bu tek başına büfeyi idare eder olmuş. Üniversitede çalışan bir kız buna aşık olmuş. Evlenmek istemiş. Bunun gerçekleştirmek istediği büyük bir ülküsü (illüzyonistlik) ile evlilik bağdaşmayacağı için evliliğe yanaşmamış. Uzun uğraşlar ve tartışmalar sonucu kız gizlice bunu Göçmen Bürosuna suç duyurusunda bulunup  kendisi ile evlenmeye razı etmiş. Evlenmiş ama  Amerikada'ki durumunu yasallaştırınca boşanmayı da kafasına koyduğunu bana hep söylerdi.

Böylece bu guruba giriş yaptım. Çoğunlukla bu arkadaşın evinde kalıyordum. (Adı Fikret idi, galiba. Bunları bir kenara not etmediğime şimdi çok yazıklanıyorum.) Yani New York'ta kalacak iki yerim oldu: biri Ayı Ahmet'in evi, kahvaltılı gösterişsiz otel, öbürü eğlencesi bol lüks otel.

7.cadde ile Broadway'in kesiştiği yerde 41. sokakta bulunan bir hamburgercide bana iş de buldu bu arkadaş. İş çok kârlı bir işti; özellikle öğlen saatlerinde  çevredeki iş yerlerinden (zaten orada bütün binalar iş yeridir) telefonla gelen yemek siparişlerini yerine götürüp sahibine veriyorduk. Benle beraber 5 kişiydik . Sabah saat onda işe başlıyorduk. Önce kendi karnımızı doyuruyorduk. Öğleden sonra saat 3-4 gibi siparişlerin kesilmesi üzerine iş sonlanıyordu. Acıkan karnımızı doyurup evlerimize gidiyorduk. Bu çalışma karşılığı patron bize 2'şer dolar veriyordu. 7-8 dolar bahşişle beraber günlük kazanç 9-10 dolar oluyordu, artı karnımız da doyuyordu bedavadan.. Amerika'dan ayrılma zamanı geldiği için bu kârlı işte çok uzun çalışamadım. Yine de Türkiye'ye 1100 dolarla döndüm. Zengin dönüşü !!!

Aslında ben elimdeki Göçmen Bürosundan aldığım Temiz Kağıtla bir gemide çalışacaktım. Asıl plan bu idi. Fakat tam bu sırada Liman İşçileri Sendikası (Longshoremen Union) Amerikanın hem Atlantik hem de pasifik kıyılarındaki limanlarda greve başladı. Tam iki ay sürdü. Limandaki gemiler yükleme, boşaltma yapamadıkları için kalkamıyor ve bu durum dolayısı ile dışarıdan da gemi gelmiyordu. Bu durumda benim bir gemide çalışmam bütünüyle olanaksızlaştı. İki ay doldu. Yeniden Göçmen Bürosuna başvurdum. 20 gün daha ek uzatma verdiler. Ama grev bir türlü sonlanmıyordu. Yeniden ortadan kaybolup kaçak durumuna girmek olabilirdi ama bu çok kötü ve ayıp sonuçları olan bir uygulama olurdu; özellikle  Thule Ship'in güvenilirliğini ve saygınlığını zedeleyecek olan böyle bir nankörlük yapılamazdı.. Onun için bu çözümü kafamdan tamamen sildim attım. Kalışın sürmesi için bir tek yol kalmıştı; evlenmek. Böylesine kısa sürede olacak bir iş değil, doğallıkla.

Hurdacılıktan ayrıldığımdan beri hamburgercide çalışıyor, çoğunlukla  İzmirli arkadaşımın evinde kalıyordum. İllüzyonizm deneme çalışmaları yapmak üzere arkadaşım Fikret beni "seyirci" olarak loş bir odada karşısına alır sihirbazlıklar yapardı. Bir tanesi belleğimde kalmış: bir deste oyun kağıdından bana bir tane kart seçtirdi, karta sadece ben baktım ve belleğime yerleştirdim. Kartı tekrar  desteye karıştırdık, desteyi de kenarda duran masanın üzerine koydu. Sonra ceketinin mendil cebinden bir sigara çıkardı, ağzına koydu ve çakmakla yaktı. Bir iki nefes çektikten sonra sigarayı söndürdü. İki eli arasında parmakları ile sigarayı ovalayarak dürülmüş kağıt gibi açtı. Bir kenarı biraz yanık benim desteden seçtiğim kart çıktı. İstersen şaşırma !!!

Time Squeare'de yerin altında alış veriş dükkanları, lokantalar, sandöviç büfeleri ve oyun salonları bulunan kocaman bir çarşı vardı. 7/24 saat hep açıktı, her zaman cıvıl cıvıl insanlarla dolar taşardı.....

Devamı S/S AYDIN - 3