Röportajlar

Duayen Bir Baş Mühendis ve Keşfedilmemiş Bir Yazar. İlhan ÖZERDİM

23 Temmuz 2023

Patlamanın sersemliği geçince "eyvah Kemal aşağıda kaldı deyip, geldiğim yoldan geriye fırladım. Zabitan yaşam bölümüne daldım. Hemen solda mürettebat katına inen merdivenlere yöneldim. O sırada yukarı kata çıkan merdivenin yanındaki Mk. Dairesi perdesi saçı parçalanmış, Mk. Dairesinin içinde kalın bir alev sütunu görünüyordu....

-İlhan Abi, bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederek başlamak istiyorum. Bize kendinizi biraz anlatabilir misiniz?

-İnsanın yaşamında dönemler vardır: çocukluk, gençlik, eğitim, meslek seçimi ve çalışma, evlilik ve çoluk çocuğa karışma, ihtiyarlık; eğer bu süre içinde bir şanssızlık sonucu bu dönemleri tamamlamadan yaşamı terk etmemiş ise.

Haliyle kişinin bu dönemleri nasıl geçireceği hakkında bir takım düşünceleri ve ailesinin yönlendirmeleri olacaktır.

Ben bütün bu dönemleri yaşama olanağını bulan şanslı kişilerden biriyim.

Çocukluk ve gençlik döneminde insana hiç bitmeyecekmiş gibi uzun gelen lise öğrenim sonucu, bütün dünyayı gezmek, değişik memleketler görmek, ora insanları ile ilişki kurmak hayalleri ile denizci olmaya karar verdim. Denizcilik zor ve meşakkatli bir meslektir. Ama ben mesleğimi çok sevdim. Yılmadan, usanmadan, bıkmadan çalışmak benim için bir yaşam kaynağıydı sanki. İşleri kovalamaktan, sorunların üzerine gidip onları çözümlemekten büyük zevk alırdım. D.B. Deniz Nakliyatı'nın çoğunlukla hep zor gemilerinde çalıştım. Sorunlu gemilere gönderilmeye hiç karşı çıkmadım, hatta gönüllü talip olduğum zamanlar da olmuştur. Meslek ağabeylerim ve arkadaşlarım mesleğimde başarılı olduğumu söylerler. Umarım haklıdırlar.

1 Temmuz 1953 günü mezun oldum.

29 Ekim'de askere alındık; tüm 53 mezunları. Biz makine mezunları Heybeliada'daki Deniz Harp Okulu'nda 6 ay tekniğin askerlik yönünü öğrendik. Daha sonra Anadolu Kavağı'nda Umur Yeri denilen bölgede avcı botlarının konuşlandığı bir askeri üs vardır. Oradaki AB-3 botuna Çarkçıbaşı olarak atandım. Haziran 1955'te terhis olunca D.B. Deniz Nakliyat'ın da çalışmaya başladım.

17 Ocak 1960 tarihinde istifa ettim ve 5 Şubat 1960 günü Ankara'da Etibank'a girdim. Bir yıl üç ay çalıştım Etibank'ta. Sıkıldım. O sırada Koçtuğ'daki arkadaşlar çağırınca Etibank'tan ayrıldım Haziran 1961'de Koçtuğ'da 2. Müh. olarak çalışmaya başladım. Bir yıllık çalışma sonucu oradan ayrıldım. Gerçek yuvamız Deniz Nakliyatı'na dönüş yaptım. 1966 yılının yaz aylarında Deniz Nakliyatı'ndan yine ayrıldım. Aygaz Şirketi'nde Tütünçiftlik Dolum Tesisleri Şefi görevi ile çalışmaya başladım. Fakat bu çalışma bazı anlaşmazlıklar nedeni ile 3 ay gibi kısa sürede son buldu. Aygaz Genel Müdürü Gündüz Pamuk istifamı kabul etmek istemedi ve Haliç Tersanesi'nde inşa edilmekte olan Aygaz tankerine Baş Müh. Olarak görev almamı önerdi. Maaşta anlaşamadığımızdan o iş te yattı. Sınıf arkadaşım Hikmet Olcay (Beton Hikmet) tankere Baş Mühendis oldu. Bir süre sonra gemi Mora Yarımadası açıklarında tumba oldu ve bütün arkadaşlarımız öldü; sadece bir yağcı kurtuldu. Allah hepsine gani gani rahmet eylesin. Kader böyle yazılmış. Benim yerime sınıf arkadaşım Hikmet Olcay öldü. Hikmet'in ölümü bende buruk bir üzüntü yarattı.

Pakistan'da devlet şirketi olan National Shipping Cooperation ile "Senior Second Engineer" olarak 2 yıllık bir kontrat yaptım. Bazı ailevi nedenlerden ötürü kontratı tamamlayamadan 18 ay sonra Mayıs 1968'de eve döndüm. Kişisel işlerimi yoluna koyduktan sonra Deniz Nakliyatı'na başvurdum, çok girip-çıktığım gerekçesiyle beni işe almadılar. Boşta kalınca Payas tankerinde iş buldum, 68 yılının sonuna kadar orada çalıştım ve ayrıldım. Evde dinlenmeye çekildim. Dinlenme fazla uzun sürmedi. Deniz Nakliyatı çağırdı. ABD'den bir türlü kalkamayan S/S Yozgat'a atandım. Böylece 30 Ocak 1969'dan, emekli olduğum 1 Eylül 1981'e kadar D.B. Deniz Nakliyatı'nda hiç ayrılmadan çalıştım.

Emekliyken çeşitli armatörlerde 2001 yılına kadar çalışmayı sürdürdüm. Bir kızım ve iki oğlum öğrenimlerini tamamlayıp çalışmaya başlamaları üzerine ben de eve çekildim.

Yılların verdiği alışkanlıkla, evi gemi gibi düşünür oldum; teknik işlerden sorumlu kendimi Baş Mühendis, evin genel idaresinden sorumlu Hanımı da Kaptan olarak atadım.

Böylece güllük gülistanlık hep seyirdeyiz. Evin bir odasını da telsiz kamarası yaptım; bütün dünya ile ilişki içindeyiz. Yalnız bir sıkıntı kendisini gösterdi: bizim gemi hep seyirde, hiç limanı yok. Allahtan bizi seven dostlarımızın ziyareti, gemimizin limana girmiş olduğu izlenimini vermesi ile avunuyoruz.

 

-Denizciliğin en zor dönemlerinde gemilerde çalıştınız. Günümüzde makine teknolojisinin geldiği noktada tamir bakım konularında Baş Mühendislerin yaratıcılığı çok etkili olmuyor her şey sıkı kurala bağlı olmak zorunda. Ancak eski dönemlerde tecrübeli Baş Mühendisler olmazı yaratıp gemiyi bir şekilde seyirde tutabiliyorlardı. Sizin başınızdan hiç böyle bir olay geçti mi?

-S/S Seyhan ve S/S Kütahya Norveç yapımı iki gemi. D.B. Deniz Nakliyatı TAŞ'nin iki sorunlu gemisi ve Kütahya en kötüsü. Aslında tekne bakımından oldukça sağlam ve denizci (ağır denizlere dayanıklı) gemiler. Fakat makineleri (double compound steam engine = çift silindirli iki buhar makinesi), özellikle buhar kazanları (iki adet, alev borulu ve 27 ton su kapasiteli) çok arıza çıkardığından bu gemilere makine personeli bulmak çok güç. Mk. Personeli bu gemileri yürütmekte çok zorlanıyor, anaları ağlıyor. Bıkkın ve bitkin düşen personel ilk fırsatta gemiden ayrılmanın, kaçmanın yollarını arıyor.

Personel Enspektörü Halit Abinin (Halit Gürdeniz, Mk. 49) çok sıkıntılı bir durumda olduğu dikkatimi çekti.

"Neyin var abi?" diye sordum, merakla.

"Sorma İlhan, Kütahya'ya 2. Mühendis bulamıyorum."

Böylesine zor durumda olan bir kimseyi rahatlatmak hevesi ile "Aşk olsun abi, ben varım ya!!" dedim.

Kısa bir süre önce S/S Seyhan'dan ayrılmış olan beni, Kütahya gemisine gönderme önerisinde bulunmayı aklının ucuna bile getirmeyen Halit Ağabey şaka yapıyorum, dalga geçiyorum sanarak inanmaz bir yüz anlatımı ile “ciddi olamazsın” dedi.

"Yaz ordineyi, gidiyorum" dedim.

Gerçekten ciddi olduğum kanısına varınca öylesine ferahladı ki, sanki dünyalar ona verilmişti.

Gençlik dürtüsü olsa gerek; serüven yaşamak, zorluklarla boğuşma cesaretini edinmek hevesi her hâlde, en berbat gemide çalışmaya karar verdim. Birkaç ay önce Seyhan gemisi ile çevirdiğim Danimarka seferi dolayısıyla bu gemileri yürütmenin zorluklarının ayırdındaydım.

Cezayir açıklarında seyrederken sancak kazan boruları kaçırmaya başladı. Kazanı devreden çıkarıp, tek kazan ile yarım yola düştük. Kazanı soğutmaya bıraktık. Kazanın cehennemliğine girilebilir duruma gelince, sıra ile bir ben bir 3. çarkçı girip, kaçıran borulara makineto vurmaya başladık. Cehennemlikte cehennem sıcağı olduğundan ancak 2 ya da 3 boruya makineto vurduktan sonra kendimizi dışarı atmak zorunda kalıyorduk.

Tek kazan ve yarım yol ile seyrederek, Cebelitarık Boğazı'na galiba yarım gün kala iskele kazanın besleme suyu borusunun kazana bağlandığı flenç contası kaçırmaya başladı. Hemen makineleri durdurduk. Kazanı söndürdük. Buhar basıncının düşmesinin ardından kazanın suyunu boşalttık, besleme suyu borusu flencini söktük. Kazanın conta yüzeyi öylesine bozuktu ki, burada sadece conta yenilemek ile kaçağı önlemenin olanaksızlığı apaçık görülüyordu. Çare ararken gemide manganez macunu bulduk. Kazanın conta yüzeyine sürdük ve contayı üzerine yapıştırıp boruyu bağladık. Kazana suyu aldık; kaçırma yok.

Kazanı ateşledik, basınç tuttuk; kaçırma yok. Burada da şans bizden yana idi. Üstelik çalışma süresince deniz de sakindi. Kazanımızı devreye alıp, yola koyulduk. Bu arada öbür kazanın makineto işi de hep sürdü. Biz kazan dairesinde bu işlerle uğraşırken dışarıda da ilginç gelişmeler yaşanıyordu. Cebelitarık Boğazı'na yakın olduğumuzdan çok yakınımızdan gemiler gelip geçiyor ve bizim atıl durumumuzu görüyorlardı. Bunlardan 3 gemi, bizi çekmek için kaptana öneride bulunmuş. Kaptan da bana sordu, çekilmemiz gerekir mi diye. Kısa bir süre sonra işimiz bitecek ve yola koyulacağız diyerek üç öneriyi de geri çevirdim. Bilindiği üzere çekme çok avantajlı bir eylem, ama geminin yarı değeri de elden çıkmış olur.

Bir süre sonra sancak kazan makineto işi de tamamlandı. Boruların kaçağı giderilmişti. Kazana ateş koyup, basınç tuttuk ve devreye aldık. Makinalarımıza tam yolu verdik. Uşant fenerine kadar önemli bir sorun çıkmadan tam yol ile seyrimizi sürdürdük.

Tam buralarda kazanlara hava basan ve olmayan körük makinasından şiddetli yatak vuruntusu duyulunca, körük makinasını durdurduk. Kazan külhanlarının altlarındaki hava kapaklarını açarak doğal havalandırma ile yola devam etmeye başladık. Ancak bu durumda hava yetersiz olduğundan, yanmayı azaltmak zorunda kaldık. Doğal olarak buhar basıncı ve dolayısıyla geminin yolu da düştü. Kazanlarda az bir yanma olmasına karşın bacadan simsiyah duman çıkıyordu. Bu şekilde uzun süre seyretmemiz olanak dışı; çünkü kısa bir süre sonra kazan boruları kurumla dolacağından hiç basınç tutamaz durumuna düşebiliriz.

Bu nedenle krank yatağı bozulan körük makinesini en kısa zamanda onarıp devreye almak zorundaydık. Hemen işe koyulduk. Metali erimiş olan krank yatağına yeni metal dökerek onarmak istedik; ancak gemide yatak metali yoktu. Keçeden yatak yapmayı düşündüm. Bu fikir benim kafamda nasıl yer etmiş; hiç anımsamıyorum. Ya bir yerde okumuş, ya da bir söyleşide sözü edilmişti herhalde.

Keçe aramaya koyuldum. O da yoktu, ama Çarkçıbaşının fötr şapkası vardı. Kesip kullanmak için izin istedim. Hemen önerimi kabul etti ve şapkayı verdi. Arızanın giderilmesi için bir değil on şapka vermeye bile hazırdı Çarkçıbaşı. Şapkayı kestim biçtim metal yerine keçeyi donatıp yatağı yerine bağladım. Makinayı çalıştırdım. Ama kısa süre sonra keçe yandı. Yine yatağı söktüm. Bu kez daha özen göstererek, keçenin iyi yağlanmasını sağlayacak daha düzgün yağ kanaları açtım ve yatak klerensini daha iyi ayarladım. Özet olarak keçenin yanmadan uzun süre çalışabilmesi için bütün maharetimi kullanıp en uygun durumda keçeyi yatak keplerinin içine döşedim. Bu sefer tuttu. Tam yol olmasa bile körük makinemizi çalıştırabildik. Daha fazla yanma ile kazanların basıncını yükseltebildik ve gemi daha hızlı yol almaya başladı.

Doğal olarak bu şekilde seferi çeviremezdik. Kaptana en yakın bir limana girmemizi ve körük makinesinin dış olanaklarla onarılmasını önerdim. Yolumuzun üstünde en yakın Le Havre limanına 1- 1.5 günlük seyirden sonra kapağı attık.

Dışarıdan gelen onarım ekibi krank yatağını söktü. Yatak yani keçe pırıl pırıl çok güzel görünüyordu. Onarımcılar bile şık görünümlü keçe yatağı söküp atmakta duraksama gösterdiler. Ekip başı yani patron da merakla keçe yatağı inceledi ve çok harika buldu. Beni içtenlikle kutlamış ve "Gel, benim iş yerinde beraber çalışalım" önerisinde bulunmuştu.

-Abi sizinle sohbete doyum olmuyor. Vaktinizi de çok almak istemiyorum ama sizin MAR TRANSPORTER da Bombalanma hikayeniz vardı onu da anlatabilir misiniz?

Üç ay önce Rumlardan satın alınan gemi millileşmek üzere Bodrum Limanına demirlemişti

Aslında tahliye limanı Hürmüz Boğazı'ndaki Bender Abbas idi.

Fakat bunun değiştiğini, tahliyenin Bender Hümeyni limanında yapılacağını 4-5 gün önce Şirketten gelen bir tel ile öğrendik. B. Hümeyni'ye  giriş İran ile savaş halinde olan Irak sınırına yakın olduğu için bombalanma olasılığı bizleri çok huzursuz etti.

Millileşme işlemleri başladı. Bu arada gemiye atanan Kpt. Adnan Zor (Gv.54) geldi ve Orhan Kpt.(Gv.61) ayrıldı. Yani o paçayı kurtardı. Ayrıca Osman Şener (Mk. 78) Stajyer 2. Müh. olarak gemiye katıldı. Bu arkadaş Şirkette kısa bir süre çalışıp, askere gitmiş. Terhis olunca Şirkete geri dönmüş. Bir süre sonra 2. Müh. Kemal Uğur (Mk. 79) izine ayrılınca Osman Şener 2. Müh. olarak gemide kalacak. Şirketin yönergesi böyle.

Ben telefon ile Şirketi aradım:

"Ana makine sorunu çözüldü. Her şey yolunda. Herhalde benim de gemiden ayrılıp İstanbul'a dönmemi uygun bulacağınızı sanıyorum" dedim.

"Hayır, senin gemide sefere devam etmen gerek" dediler. "Geminin makine personeli tamam, geminin Baş Mühendisi de var. Bana ne gerek var artık?" diye bir soru yönelttim.

"Sen ana makine sorununu çözdün, ama şimdi de yeni bir sorun var:  2. Mühendis ki makineyi çok iyi biliyor, yeni gelen Stajyer 2. Mühendisten mezuniyet bakımından daha küçük. Hiyerarşi ve gemiyi tanıma bakımından bu ters durum, aralarında sorun olma olasılığına karşı, senin onların bir ağabeyi olarak gemide sefere devam etmeni uygun gördük."

"Anladım ama geminin zaten Baş Mühendisi var. İki Baş Mühendis ile mi seferi sürdüreceğiz?” Diye sordum?

"Onu senin inisiyatifine bırakıyoruz; Baş. Müh. ister sefere devam etsin, istersen İstanbul'a gönder. Nasıl uygun görürsen öyle yap" dediler.

Bu tehlikeli seferden paçayı sıyıramıyorum. Bu durumda çantayı alıp kendi özgür irademle gemiden çıkmak da işime gelmiyor. Şirketle ters düşmek istemiyorum.

Son çare Hanıma telefon etmek; babası düşüp bacağını kırdı ve yatağa bağlı durumda. Üstelik benim annem de hasta ve bakım gereksinimi var, yani Hanım zor durumda. Belki benim yardımımı ister umudu ile telefona sarıldım. Hanımın yanıtı umutlarımı hepten yıktı:

"İlhan gelme, bize para gerek" dedi.

"Gittiğim liman tehlikeli, bombalanmak olasılığı var" denmez ki!

Çaresiz ve umutsuz deniz kıyısına oturdum. Ayaklarımı denize doğru sarkıtarak kara kara düşünmeye başladım.

"Ulan İlhan eğer alnında ömrünün sonu yazılı ise buradan İstanbul'a giderken de o yazgı geçerlidir" deyip, gemiye döndüm.

Şirket ile yaptığım telefon görüşmesini Baş Müh. e anlattım. O kendisi ayrılmaya karar verdi ve gemiden çıktı.

Gemi Bodrum'dan kalktı, Süveyş Kanalı'nı, Kızıldenizi ve Umman Denizini geçerek Hürmüz Boğazı'nda Bender Abbas Limanına demirledi. Biz burada 1-2 ay gibi uzun bir süre kalacağız sanıyorduk. Fakat ertesi gün oluşturulan 10-15 gemilik bir konvoya katılmak üzere bizi kuzeydeki Buşehr'e çağırdılar. Demir aldık, istenilen yere gidip demirledik.

Konvoy gemilerinin Kaptanları ile Buşehr'deki Askeri Birimler bir toplantı yaptı. Konvoy Bender Hümeyni'ye girerken gemi sırası ve uyulması istenen bir takım yönergelerle bilgilendirilen Kaptanlar gemilerine döndüler. Bizim sıramızın konvoyun başında ilk gemi olduğunu öğrendik. Öbür yönergeler şöyle sıralanmıştı:

-Sabah 7'de konvoy hareket edecek.

-Bender Hümeyni su yoluna girince makinalara tam yol verilecek ve son kontroller yapılıp, mk. dairesi terk edilecek.

-İskeledeki yağ ve yakıt tankları boş bulundurulacak.

-Sancakta bir kapı dışında mk. dairesinin bütün kapı ve kaportaları kapalı ve kilitli olacak.

-Gemi personeli kişisel cüzdanları yanlarına almış ve can yeleklerini giymiş olarak geminin sancak tarafında güvertede olacaklar.

-Sancaktaki can filikaları güverte hizasına, binilmeye hazır durumda indirilmiş olacak.

-Geminin telsiz dairesi kapalı ve kilitli, gemi VHF'i kapalı olacak.

-Gemiye VHF'i olan bir astsubay gönderilecek.

Planlanan kalkış sabahı öncesi gece yarısı jeneratörlerimizde oluşan şimdi anımsayamadığım bir sorun nedeni ile gemi 1-2 saat kadar atıl durumda (dead ship) kaldı. Keşke sorunu gideremeseydik.

3 Eylül sabah saat 07.00'da "Allah selamet versin" deyip demir aldık.

Ben, 2. Müh. Kemal ve Elektrik Zb. Kontrol odasında istenen torna ile makinemizi çalıştırdık ve yola koyulduk.  Saat 07.20 de köprü üstünden bir telefon geldi. Kemal konuştu. Kontrol odası dışındaki yağcı Bilal'e işaretle bir şeyler söyledi, aynı zamanda telefonla gelen bilgileri bana iletti:

"Limana girmekten vazgeçilmiş, dönüşe geçmişiz. Limana giriyoruz diye kaldırdığımız su kısıtlamasının yeniden uygulanması ve suların kapatılması istenmiş". O zaman ben Kemal'in işaretle yağcıyı suları kapatmaya gönderdiğini anladım. "Yahu şimdi sularla uğraşmanın zamanı mı?" diye mırıldandım ve neler olduğunu görmek, öğrenmek için güverteye çıkmak üzere kontrol odasından çıktım. Elk. Zb. de benimle beraber geldi.

Merdivenlerden çıkarken denize ilk kez çıkan sanat okulu mezunu silici aşağı iniyordu. Üzerinde benim verdiğim gri tulum vardı. "Nereye gidiyorsun?" diye sordum. "Bilal ağabeyin yanına" diye yanıtladı. Bunların Mk. Dairesinde bulunmaları beni huzursuz ediyordu ama Mk. Dairesinin mi, güvertenin mi daha güvenli olduğu konusunda hiç bir fikrimiz olmadığı için siliciye "inme, güverteye çık" lafı dilimin ucuna gelmesine karşın, söyleyemedim. Kontrol odasından çıkarken Kemal'e "sen de fazla oyalanma, yukarı gel, bakalım neler oluyor?" dedim.

Saçma bir öneri; Halbuki manevra durumundayız. Makine adamsız bırakılır mı? Bilinçaltındaki "son kontrolleri yapıp güverteye çıkın" yönergesinin etkisi olsa gerek. Ama tehlikeli bölgeye girmiyoruz ki, dönüyoruz. O halde artık tehlike yok mu acaba? Mk. Dairesindekiler dışarıyı görmediklerinden ve hiç bir şeyden haberleri olmadığı için sağlıklı bir mantık ile doğru yolu bulmakta haliyle zorlanıyorlar.

Yani tam bir şaşkınlık.  Zabitan katının sancak güvertesine çıktık. Aynı güvertenin kıç tarafında da mürettebat can yelekleri üstlerinde toplu halde duruyorlardı. İşte tam bu sırada bir gümbürtü koptu ve bizler kendimizi yerlerde bulduk. Patlamanın etkisi ile mi biz yere çakıldık, korkudan mı kendimizi yere attık; bugüne kadar hâlâ çözemediğim bir soru.

Patlamanın sersemliği geçince "eyvah Kemal aşağıda kaldı deyip, geldiğim yoldan geriye fırladım. Zabitan yaşam bölümüne daldım. Hemen solda mürettebat katına inen merdivenlere yöneldim. O sırada yukarı kata çıkan merdivenin yanındaki Mk. Dairesi perdesi saçı parçalanmış, Mk. Dairesinin içinde kalın bir alev sütunu görünüyordu. Mürettebat sahanlığına indim. Dumandan göz gözü görmüyordu. El feneri ışığı dumanın içinde kayboluyor ve hiç bir işe yaramıyordu. Ancak yere bakınca aşağılarda duman seyreldiği için yerleri görebiliyordum. Kamaraların kapıları yerlerinden kopmuş, kamaraların içindeki bütün eşyalar sahanlığa fırlatılmış olup, yürümeyi zorlaştırıyordu.

İndiğim merdivenden kıçtaki Mk. Kaportasına, 20-30 metre kadar mesafeyi güç bela yürüyerek makine kaportasına ulaştım. Kemal oradaydı. Kaporta eşiğinin iç tarafındaki 3-4 basamak merdivenin üzerine yığılmış, kolları ve başı kaporta eşiğinin dışında, vücudu Mk. Dairesinde, içerdeydi ve bayılmıştı. Dışarı almak için koltuk altlarından tutup çektim. Hem ağır hem yer biçimsizdi. Çok az çekebildim. O sırada hızır gibi bir gemici yanımda belirdi. Herhalde gece vardiyası tutan ve sabah istenilen saatte uyanamayan bir gemici olsa gerek diye düşündüm. İkimiz beraber Kemal'i makineden sahanlığa aldık. Yangın yani alevler Mk. Dairesinin baş tarafındaydı, burası kıç taraf olduğundan sadece yangının dumanı vardı. Kemal'i sürükleyerek güverteye çıkarıp, yere yatırdık.

Güvertede temiz havayı soluyunca kendine geldi. Gözlerinin çok yandığını ve görmediğini söyledi.

Yağcı Bilal ve silici bombanın patladığı yerde bulunuyorlardı. Duman ve alevler içine dalıp onları aramak hem olanaksız hem de çok gecikmiş bir girişim olurdu.  Gemici Ali bütün mürettebatın toplandığı sancak güvertenin kıç tarafındaki kaportanın önündeki tek basamakta oturuyormuş. Kaporta mandallarla sıkı bir şekilde kapalı olmadığı için bombanın patlaması ile oluşan yüksek hava basıncı ile kaynaşık duran çelik kaporta kapısı şiddetli bir şekilde açılıyor, gemiciye arkadan vurup, onu ileri fırlatınca gemicinin alnı küpeştenin kenarına çarpıyor; gemici Ali anında kendinden geçip bayılmış.  Yaralı gemici ile Kemal'i filikaya taşıdık, sonra iki İranlı ve Kaptan dahil hepimiz filikaya doluşup denize indik.

Havada bir helikopterin öbür filikadan bir kişiyi tel halatla yukarı çektiğini gördük. Ama o kişi helikoptere ulaşamadan 20-25 metreden düştü. Allahtan filikanın içine değil denize düştü. Ama deniz de pek güvenli sayılmaz. Bilindiği üzere o denizler köpek balığı kaynar. Neyse ki bir vukuat olmadan o kişi filikaya dönebildi.

Sonradan o kişi ile konuştum. Kamarotmuş. "Neden düştün?" diye sordum. "Helikopter tepemize geldi. Ucunda bir demir halka olan tel halatı aşağıya sarkıttı. Helikopterin şiddetli rüzgarından olsa gerek halka bir o yana bir bu yana sallanmasın diye halkayı tuttum. O sırada helikopter beni yukarı çekmeye başladı. Rüzgarın şiddeti ile savrulan su çırpıntıları yüzünden hem demir halka hem de benim ellerim sırılsıklam ıslanmıştı. Yukarı çekiş de sarsıntılı olduğundan halka ellerimin arasından kaydı ve ben düştüm.

Dostlar alışverişte görsün; akıl işte! Pilotun niyeti tek tek hepimizi çekerek helikoptere doldurmaktı galiba; hem helikopterin kapasitesi 32 adamı yüklemek için yeterli değil; hem de bir saat mesafede bir hücum botun bize doğru gelmekte olduğunu biz değil ama helikopter pilotu biliyor ve görüyor olması gerek.

Nitekim hücumbot geldi ve hepimizi gemisine aldı.

Bot bizi karaya ulaştıramadan, her halde beyin kanaması geçiren gemici Ali rahmetli oldu.

Buşehr'de bizi bir yatakhaneye götürdüler. Kot kumaşından yapılmış birer gömlek verdiler. 2. Müh. Kemal için patates istedik. Kesip yaşaran ve yanan gözlerine koyduk. Biraz rahatladı. Orada yataklara uzanıp bir kaç saat dinlendik. Sonra bir pırpır uçakla bizi Tahran'da Selamet (Hilton) Oteli'ne yerleştirdiler. Ailelerimizle konuşmak için hepimiz telefonlara kayıt yaptırdık.

Başkalarını anımsamıyorum ama gece 11'e kadar ben eve bağlanamadım. Bütün günün heyecanı, yaşadığımız olayların stresi ve yorgunluk beni yatağa sürükledi. Henüz uykuya dalmıştım ki telefon çaldı. Benim kaydımın telefonu sandım. Oysa Hanım İstanbul'u alt üst etmiş, İstanbul'daki Hilton Oteli kanalı ile bana ulaşmayı başarmış.  Çok heyecanlı, endişeli ve korku yüklü bir sesle: "İlhan iyi misin? Yaralı mısın? Neyin var bana doğruyu söyle." dediğini hatırlıyorum "Hiç bir şeyim yok, karıcığım." Dedim.

Uyku sersemliği, günün yorgunluğu ve yaşadığımız olayların etkisi ile sesimin boğuk çıktığının ayırdına vardım. Hanımın endişesi daha da arttı. "Söyle bakayım elin, kolun, bacağın, ayağın yerinde mi? Yaralı mısın? Yaralıysan yaralarına bakıldı mı?". İyi olduğuma, yaralı olmadığıma her tarafımın sağlam olduğuna çok zor da olsa inandırmaya çalıştım. Sonradan öğrendim ki, yarım yamalak bana inanmış ama telefonu kapayınca endişeli düşünceler kafasında yine cirit atmaya başlıyormuş. Yani beni gözleri ile görünceye kadar bu endişelerden kendisini kurtaramamış.

Şirket hemen bir uçak kiralayıp bizi aldırtmak istedi. Ama Humeyni hükümeti biz misafirlerimizi uçakla İstanbul'a göndereceğiz diyerek, Şirketin önerisini geri çevirdi. Otelde bir hafta kadar kaldık. Bir türlü memleketimize dönemiyoruz. Ailelerimizin ve bizim endişeli ve sabırsız bekleyişimiz bir türlü sonlanmıyordu. Acenta ve sekreteri otele gelip neden dönüş yapılamadığını açıkladı: "İran'a bizim girişimiz olmadığı için çıkış işlemleri yapılamıyormuş!  Acenta bunun için büyük uğraş veriyormuş."

Şu işe bakın: evimize bir an önce kavuşmamız için bize uçak verme sözü olan Humeyni iktidarı, bize bir haftadır çıkış veremiyor! Acentanın Sekreter Hanımı da bizi rahatlatmak için "canım niye acele ediyorsunuz, Tahran güzel ve eğlencesi bol bir şehir. Gezin, dolaşın eğlenin; hatta burada bir saatliğine nikah yapıp evlenmek de olağan" demez mi? Dam üzerinde saksağan vur beline kazmayı!

Yine de Sekreter Hanımın iyi niyetini teslim etmek gerek!

Sonunda Humeyni hükümeti bize uçak değil ama külüstür bir otobüs ayarladı. Yine de Allah razı olsun; yoksa orada bir kaç ay da kalmak olabilirdi. Otobüse doluştuk. Galiba yolculuk 30 saat kadar sürdü. Sınırı nasıl geçtiğimizi hiç anımsamıyorum. Yalnız gece bir yerlerde durduk. Muavin ile şoför otobüsün altında bir şeyler yaptılar.

Erzurum girişinde bir yerde galiba emniyetten bir kaç sivil memur bizi otobüsten indirip bir Türk otobüsüne bindirdiler. Erzurum'da bir otele götürüldük. Otobüsten otele girişimiz de ayrı bir komedi; otobüsten otele kadar polislerden (otel yolun karşı tarafında olduğu için) oldukça uzun bir koridor yapılmış. Ve biz o koridorun içinden hiç bir kimse ile ilişki kurma olanağı verilmeden otele alındık. Sanki eşkiya çetesi gibi. Neyse bir gece otelde kaldık. Ertesi gün yine aynı polis kontrolünde hava alanına götürüldük.

THY'nin Erzurum-Ankara-İstanbul seferini yapan tarifeli uçağına bindik. Böylece vatandaşlarımızla ilişki kurma özgürlüğünü de bize lütfetmiş oldular. Artık biz azılı eşkıya değil onurlu Türk vatandaşıydık.

Atatürk Hava limanında bizi başta eşlerimiz, çocuklarımız olmak üzere, Şirketten birkaç yetkili ve büyük bir gazeteci grubu karşıladı.

Sulanan gözler, sarılışlar, öpüşmeler ile sağ salim kavuşmanın mutluluğunu yaşadık. Bu arada basın da sonlanan hasretliğin bol bol fotoğraflarını çekti.

Bu anlattıklarım benim gördüğüm ve yaşadığım olaylar dizisiydi. Bütün bunların bir de perde arkası vardı. Gerek yaşadıklarımızı aramızda bol bol birbirimize anlatarak, gerek benim hücum bot Kaptanı ile yaptığım konuşmalar ile edindiğim bilgiler ışığında aşağıda anlatacağım olgular biçimlendi.

Exojet denilen Fransız yapımı bu roketlerle bombalanan yedinci gemiydik biz. Bunlardan iki adet yükleyen helikopter belli bir yükseklikten, bir ya da iki dakika ara ile roketleri ateşliyor. Su yüzüne 1,5 metre yükseklikten hedefine doğru seyreden roket, ısıya odaklanmış olduğu için geminin makine dairesine girerek orada patlıyor.

Bu bilgi ve geminin dışından görülen roket giriş yerleri dikkate alınarak şu çıkarsamayı yapmak olası: Tahliye limanının su yoluna girerken 20 mil batıda bir Irak helikopterinin havalandığını köprü üstündekiler görüyorlar. Bunun ne anlama geldiğini sadece gemiye görevli olarak gelen astsubay ve pilot biliyor. Yani kesin ateş edilecek. Bizden önceki altı gemiye de bu şekilde ateş edilmiş. Astsubay bunu kesinlikle bildiği için büyük bir korku ve telaşla "Kaptan dönelim, ateş edecekler" diyor; (sanki dönüşe geçmekle bombalanmayı önleyebilecekmiş gibi; Kaptanın sonradan bana anlattığı: Astsubayın koyu esmer olan benzi gitmiş; yerine korku dolu sapsarı bir surat gelmiş). Zaten su yoluna giriş için sancak dönüşünde olan gemi geri kaçış için sancak dönüşünü sürdürüyor. Bir geminin roketten kaçışı da ancak bu kadar süratli olur yani!

Isıya odaklı roket kesinlikle makine dairesine girip orada patlayacağını köprü üstünde iki kişi biliyor: İranlı astsubay ve pilot.

Limana girmeme kararı gemiyi roketten kurtarmaz ama anında makine dairesine telefon edip "Çok çok ivedi makine dairesini terk edin, aşağıda kimse kalmasın" demeyi akıl edebilselerdi köprü üstündekiler, makinede iki kişinin ölmesini kesinlikle önlerlerdi. Çok çok yazık oldu gencecik çocuklara.

Ben tamamen bilgisizlikten ve yukarıda neler oluyor merakından makine dairesini terk ettim ve böylece ölümden kurtuldum;

İlk atılan roket iskele kıç omuzluktan gemiye girmiş, boş olan 6 numaralı tankın içinden geçmiş, kontrol odasının altından ana mk. 1 sayılı silindirinde patlamış. O anda 2. Müh. Buzdolabından bir kola alıp içme nedeni ile oyalanınca ölümden kurtuldu. Çünkü kontrol odasının patlamanın yarattığı yüksek hava basıncı gibi etkilere karşı korunaklı bir yapısı 2. Mühendisin sağ kalmasını sağladığını sanıyorum. Gemi dönüşünü sürdürdüğü için ikinci roket gemiyi tam iğnecikten buldu. Geminin kıçı çok sağlam bir yapıda olduğundan roket fazla içeri giremeden patlayarak geminin kıçını lale gibi açmış, parçalamış.

Gazetelerde çıkan haberleri ince ayrıntılarına kadar o zaman okumamıştım, 39 yıl sonra şimdi okudum, ağzım bir karış açık kaldı:

"Yağmur gibi yağan roketler birçok gemiyi vurmuş ve batırmış. Ortalık cehenneme dönmüş. Göz gözü görmüyormuş. Denize saçılan insanları dev dalgalar arasından İran Deniz Kuvvetleri gemileri toplamış."

Bunların hiç biri olmadı. Gerek gemideyken, gerekse filikalarımıza binip gemiden uzaklaştığımızda yanmakta olan bizim gemiden başka bir gemi yoktu deniz üzerinde. Deniz çok sakindi. Öbür filikanın üstüne giden helikopterden başka hiç bir askeri vasıta ortalıkta görünmüyordu.

Helikopterin beceriksizce denize düşürdüğü kamarottan başka hiç kimsenin ayağının baş parmağı bile ıslanmadı. Başarısız kurtarma girişiminden sonra helikopter de gökyüzünden kayboldu. Deniz üzerinde dumanlar çıkaran gemimiz ve içinde bulunduğumuz iki filika dışında herhangi bir deniz aracı görünmüyordu. Sahi bizim konvoy neredeydi ki? Konvoyun 3. gemisi bizim Şirketin M/V MED TRANSPORTER adlı gemi de yoktu ortalıkta. Hadi diyelim bende bir bakış hatası vardı, ama gemi Telsizcisi'nin çektiği geniş ufuklu fotoğraflarda bile ne bir gemi ne bir filika görünüyor. Bizi korumakla görevlendirilmiş olan hücum botun 20 mil doğumuzda olduğunu öğrendik. Nitekim bizi gelip alması bir saat gibi uzun bir süre aldı. Ben asker değilim ama bizi korumakla görevlendirilmiş hücum bot niye bizim yanımızda değildi? Ve Irak üssünden havalanan helikopteri, roketlerini ateşleme fırsatı bulmadan düşürmek girişiminde bulunsaydı belki bizim gemi bombalanmaktan kurtulurdu diye düşünüyorum.

M/V Mar Transporter gemisinin daha sonra ne olduğunu merak edenleriniz olacaktır:

İran, geminin demir zincirini dinamitle kırıyor ve gemiyi çekip baştankara yaparak, yükünü boşaltıyor. Sonra da gemiyi hurdaya veriyorlar.

 

-İlhan Abi sizde daha neler vardır. Bildiğim kadarıyla bütün bu anılarınızı kitap haline getirdiniz, yayınlamak üzeresiniz. Diğerlerini okumak için kitabınızın yayınlanmasını sabırsızlıkla bekliyoruz.  Bu güzel sohbet için size çok teşekkür ederim.

-Evet “ANILARIM” adını verdiğim kitabımda burada konuştuklarımız ve daha bir çok yaşadığım olayı anlatmaya çalıştım. Umarım severek okursunuz. Asıl ben sizlere çok teşekkür ederim. Başarılar diliyorum.

***

 

İlhan Abimizin yukarıda anlattıkları dahil daha bir çok anısının olduğu “ANILARIM” kitabı baskıya verilmek üzere. Kendisine has harika anlatımıyla kaleme aldığı bu yaşanmış hikayeleri tüm meslektaşlarımızın okumasını tavsiye ediyoruz.

Sponsorlarımıza Teşekkürlerimizle

Top