Uzakyol Baş Mühendisler Derneği forumuna üye olabilmek için dernek üyeliği gerekmektedir. Dernek üyeliği önbaşvuru için sitemiz üzerinden başvuruda bulunabilirsiniz.

Son İletiler

#1
Anılarımız / M/V ANADOLU GÜNEY
Son İleti Gönderen İlhanÖzerdim - Haz 21, 2024, 09:35 ÖÖ
Temmuz 1985 tarihinde Efes Pilsen Denizcilik Şirketinin M/V Anadolu Güney gemisine Baş Müh. görevi ile atandım. Geminin Süvarisi 68 mezunu Orhan Yılmaz'dı. 1986 yılının sonuna kadar, ki oldukça uzun bir süre, hiç ara vermeden Orhan Kpt. ile beraber çalıştık. Aramızda iyi bir ilişki ve yakınlık oluştu. Birbirimize saygılı, içten ve sevecen oluşumuz bu uzun beraberliğimizin temel taşı oldu, doğallıkla. Orhan Kaptan art niyetli olmayan içi dışı bir temiz bir Karadenizliydi. Çok ta güzel laz şivesiyle, ben hoşlandığım için, bazen konuşur, ben de bayılırdım. Rakı sofrasının çok değerli bir üyesi ve yakışanıydı. İkimiz baş başa, hiç unutamayacağım pek çok çilingir sofrası alemlerimiz oldu. Yaşantımızı renklendiren ilginç serüvenlerimizi anlatmaktan ve dinlemekten ikimiz de çok keyif alırdık. Bizim bu yakın arkadaşlığımız eşlerimize de sıçradı ve yakın arkadaş olmalarını sağladı. Özetle çoluk çocuk hep beraber örnek aile dostu olduk; bu dostluk yıllarca hiç kesintiye uğramadı.
 
Bir ara Anadolu Güney gemisi İtalya'nın Taranto limanı (İtalya Çizmesi topuğunun iç kısmı) ile İskenderun limanı arasında petrol boruları yükünü taşıma işine bağlandı. Taranto-İskenderun arası bir sefer 15 gün sürüyordu. 1986 yaz aylarında bu seferleri yaptık. Okullar yaz tatiline girince Orhan Kaptan ve ben Hanımları ve Çocukları gemiye aldık, yaz tatilini geçirmek üzere. Çocuklar İskenderun'da gemiye katıldılar. Seferi çevirip İskenderun'a geldik. Gümrük ve pasaport polisi "sefer bitti. Yolcula insin" diye tutturdular. "Yahu kardeşim biz buraya yolcu indirmeye gelmedik, boru indirmeye geldik. Yolcular transit." dedikse de bir türlü anlatamadık.  Biz ayak direyince "o zaman yolcular gemiden dışarı çıkamaz" dediler. "Senin transit yolcuyu gemiye hapsetme gibi bir yetkin yok. Yolcu çıkarken ve girerken sen görevin gereği kontrolunu yaparsın" dedik ve ekledik, "varsayalım ki  yolcular sizin isteğiniz doğrultusunda  gemiden indiler. 10 dakika sonra geminin yeni yolcusu gibi bunların gemiye girişine sen engel olmazsın ki. Nitekim onlar da geçen sefer İstanbul'dan gelip aynı koşullar altında gemiye bindiler. Çünkü gemi yolcusu gemisine biner" savını önlerine koyduk. İleri sürdükleri savların tutarsızlığı karşısında bizim yakamızı  sonunda bıraktılar. Bütün bir yaz Taranto-İskenderun arasında ailecek gidip geldik. (Bütün dünyada gemi personelinin eşleri ve çocukları gemi personelinden sayılır; bir tek Türkiye bu kurala uymaz. Üç tarafı denizle çevrili memleketimizin denizciliği bu kadar!!)

Anadolu gemisi bir turist gemisi gibi güzel, dayalı döşeli , bizim bildiğimiz yuvarlak lombozlar yerine kocaman pencereleri olan bir gemi. Pencerenin önünde oturup viskini yudumlarken geminin dışındaki bütün güzel manzaralar görüş alanında ve ayaklarının altında olarak keyif yaparsın. Ayrıca yeter büyüklükteki havuzu bizim ve çocuklar için bulunmaz bir tatil köşesiydi. Yük gemisi değil sanki beş yıldızlı turist oteli.

1986 yaz aylarında ramazanı da yaşadık. Orhan Kaptan inançlı bir kişi olarak her ramazan orucunu tutarmış. (20 yıldır memleketi idare eden dinciler Orhan Kaptanın temiz inancını da lekelediler. Şimdi artık oruç falan tutmuyor sanıyorum.) "İlhan Abi bu ramazan gel beraber oruç tutalım" diye bir öneride bulundu. "Niye olmasın, sana seve seve katılırım dedim ve oruç tutmaya başladık. Ramazanın ortalarında hanımlarımız ve çocuklar gemiye katılınca Orhan Kpt. orucu bıraktı. Ama ben verdiğim söze bağlı kalarak ramazanın sonuna kadar hiç aksatmadan orucumu tuttum. Bu bir aylık oruç yaşantımda ilk kez oldu, Orhan Kaptanın özendirmesi ile. Bir daha oruç moruç tutmadım yaşantım boyunca. Bu ilk ve son oldu.

Bir gün nasıl oldu anımsamıyorum, Mk. Dairesinde kumanyalık kompresörlerinin soğutucusunun arka kapağındaki deniz suyu kaçağını gidermekle uğraşıyorum. Kompresörü durdurdum, deniz suyu valflarını kapattım. Contasını yeniledim ve kapağı yerine bağladım. Niye bu işleri yalnız başıma yapıyordum diye bu gün düşünüyorum, ama bir anlam veremiyorum. Her hâlde zaman iftar vaktine yakın, herkes oruçlu ve sıcaktan mayışmış durumda, üstelik iş basit; milletin rahatını kaçırmak pek işime gelmemiş olabilir diye yorumladım. Fakat işin sonunda benim paniklememe neden olan bir olayla karşılaştım; 20-25 sm. çapındaki kapağı sıkacak olan somunların bir kaç tanesi yalama. Yani somunların hepsini sıkıp kaçırmayı önleyemiyorsun. İşin kötüsü yalama olan somunlar değil boru aynasına bağlı saplamalar. Yalama olan somunlar olsa, atelyeden yeni somunlarla işi anında sonuçlandırırsın, olay biter. Ama aynı çap ve uzunlukta saplama bulmak olanaksız. Tornada yeni yapayım desen saatler gerekir. Böylesine uzun süre kompresörleri çalıştıramamak kumanyalıktaki etlerin ve sebzelerin böylesine sıcak havada çabucak bozulması demektir.  Soğutucunun kaçıran kapağının  60-70 sm. ilerisindede mk. dairesinin saç duvarı vardı. Oldukça kalın bir kalas buldum. Kapak ile duvar arasındaki mesafeden biraz büyük olarak kalası kestim. Kalası kapak ile duvar arasına sıkıca yerleştirdim; böylece kaçak kesildi. Kompresörü çallıştırıp kumanyalığın soğuk kalması sağlanmış oldu.

Ben yorgunluktan değil de susuzluktan perişan durumdaydım. Duşumu yaptım. Giyinmeye başladım. Gemilerde adet gereği iftar saatinde gemi düdüğü çalınır ve oruçlar bozulur.  Tam o sırada gemi düdüğü çaldı. Ben deliler gibi buz dolabına koştum, kocaman bir bardak suyu kana kana içtim.  Üç beş dakika daha gecikseydi su içmem, ya bayılır, ya da tahtalı köyü boylardım. Yemek salonuna indim. Yemek masası bütün çekiciliyle hazır ama hiç kimse yok. Kamarotu çağırdım. "Nerede bu millet? Niye oruçlarını bozmuyorlar?" Kamarot "daha iftar olmadı" demez mi!! Fırladım köprüüstüne. "Ya Orhan Kpt. iftar saati gelmeden niye düdük çalındı?" diye merakla sordum. "Gemi direğine bir martı kondu. Onu kaçırmak için düdüğe dokundum" dedi. Olanlara benim başıma gelenleri anlattım. "O zaman ben iyi ki martıyı kaçırmak için düdük çalmışım; martıya ve bana bir hayat borcun var" dedi. " sen hiç kaygılanma; biliyorsun ben borcuma çok sadık biriyim !!" dedim ve gülüştük. Yemek salonuna indik. Oruçlarımızı bozduk. Allah kabul etsin.
 
Taranto'da yükleme dört beş gün falan sürerdi. Bir keresinde akşama doğru yükleme bitti. Gemi kalkış hazırlığına başladı. Ben telaşlandım. Orhan Kaptana telefon ettim, pilot isteyip istemediğini sordum. İstemiş. Ben hepten kaygılandım; "yahu Orhan karılarımız (onun ve benim eşim) dışarıda daha gelmediler" dedim. "Ben anlamam, geminin yüklemesi bitti. Ben kalkarım" dedi. " Ee karılar nolacak?" diye sordum. Bir sonraki sefere alırız" dedi. Ben de "karıları bulursan almamazlık etme, emi?" dedim. Şaka bir yana Orhan Kaptan baya ciddi. Ben hop oturup hop kalkıyorum, gözüm yollarda karıları görmeğe çalışıyorum. Pilot uzun bir süre gelmedi. Orhan Kaptan bir kez daha pilot istedi.  Bu zaman aralığında pilotlar gelmedi ama bizim karılar geldi. Yani pilotlar Orhan Kaptandan daha insaflı çıktı ve biz karılarımıza kavuştuk. Pilot sabahleyin geldi, gemi kalktı. Orhan Kpt. soruşturmuş niye pilot bütün gece gelmedi diye. Efendim, İtayan Milli Takımı o akşam rakibine yenilmiş. Bütün İtalya büyük bir travma ve üzüntü içindeymiş; doğallıkla  pilotlar da!! Bu nedenle pilotlar gelmemiş.Yani İtalyan Milli Takımının yenilgisi bizim sevgili karılarımıza kavuşmamız sonucunu ve bütün İtayanın üzüntüsü bizim mutluluğumuzu sağladı. Çok sevindik.

Yazdığım "Anılarım" kitabını geçenlerde Orhan Kaptana ulaştırdım. Okumuş. Çok beğenmiş. Ben de onun E-Posta ile ilettiği yorumunu çok beğendim; 2.5 kelimelik yorum küçük ama  derin övgü taşıyan anlamı çoook büyük:

"SEN NEYMİŞSİN BE ABİ"

Duygularımı derinlemesine okşayan bu yoruma ben bayıldım ve belgelerimdeki " yorumlar" dosyasına koydum.

Sen çok yaşa Orhan Kardeşim.
#2
Anılarımız / M/V KUTUP YILDIZI
Son İleti Gönderen İlhanÖzerdim - Haz 21, 2024, 09:29 ÖÖ
Reşit Kalkavan Şirketinin Kutup yıldızı gemisi ile Cezayir'deyiz. Mersin için Fosfat yüklüyoruz, 1988 yılı Mart ayında. Gemide YDO'dan iki kişi var; biri ben öbürü Süvarimiz Orhan Kaptan (Orhan Yılmaz, Gv.68), öbür zabitler hep ameli.

Babasının şirketinin başına geçen Kpt. Çetinkaya Kalkavan sınıf arkadaşı olan Orhan Kpt. İle okuldan beri yakın arkadaşmışlar. Orhan Kaptanın önerisi ile Reşit Kalkavan Şirketine Teknik Müdür olarak çağrıldım. Fakat Şirkette işe başlamadan önce M/V Kutup Yıldızı İle Cezayir seferine katılmam gerekti.
 
Gemiyi gırtlağına kadar yükledik, armatör çok para kazansın diye. Yakıtımız Mersine kadar yeterli olmadığı için yolumuzun üzerindeki Girit'ten almayı planladık. Daha yakın olan İtalya'dan da yakıt alabilirdik ama gemi İtalya'da hacizli olduğu için İtalya limanlarına girme olanağımız yoktu. Niçin Cezayir'den almadığımız sorulabilir; alamazdık, alırsak gemi aşırı yüklü (overload) olurdu.
 
Kalkışımızın ertesi günü içinde 20 ton yakıt bulunan tankımızda iskandilin 3.5 metre olduğu haberi geldi. Hepimiz şaşırdık; dabılbatım (double bottom) tankının yüksekliği 90 sm. kadar bir şeydir. Yani tank yakıtla tam dolu olsa (ki bizim sadece 20 ton yakıtımız olduğunu biliyoruz) iskandil 80-90 sm. götermesi gerekir; bu 3.5 metre neyinnesi? Doğal olarak fazla kafa yormaya gerek yok; geminin dibi delinmiş ve tank deniz suyu ile dolmuş. İyi de, bizim makine suyla çalışmıyor ki!!!  Tankta mahsur kalmış olan yakıtı kurtarmanın çaresini aramaya başladım. Önce yakıt aktarma pompası ile suyu denize basıp, yakıta ulaşınca onu başka bir yakıt tankına almaya çalıştım. Ama başaramadım. Çünkü pompa tanka giren suyu yenemiyordu; sadece 3.5 metre olan iskandil pompa çalışırken 2.5 metreye iniyor ve orada kalıyordu. Başka bir çareyi denemek üzere, yakıt aktarma pompasını makinedeki yerinden söktürüp güverteye aldırdım. Tankın hava kaçıntı borusunu söktük. Yakınına pompayı  sıkıca bağladık. Pompanın alıcısına esnek bir boru bağlayıp, hava kaçıntı borusuna soktuk. Pompanın vericisini de başka bir yakıt tankının hava kaçıntı borusuna sallandırdık. En yakın biinr vcin elektrik donanımından pompaya hat çektik.  Pompayı çalıştırıp, gıdım gıdın yakıtı sağlam tankımıza aktardık. Bon burnuna kadar yakıtımızın tamamını özgürlüğüne kavuşturduk. Bütün bu çalışmalar süresince hava fırtınasız ve deniz çarşaf gibi olması da ayrı bir şanstı. Bu dingin hava Sicilyaya kadar sürdü. Fakat Mataban denizine açılınca çok kötü bir hava yüzünü gösterdi. Altımızda nasıl bir delik olduğunu bilmemek bizi endişeye sürükleyen etkendi. Bir saçın bir bölümü paslanıp eriyerek bir delik açıldıysa, bu korkulacak bir sorun yaratmayabilir. Ancak bu bir saç yırtılması ise, bu ağır denizler yırtılmayı hızlandırıp geminin ikiye bölünüp batması olasılığı bizi korkutuyordu. Bu kuşkunun etkisi altındaki gemi personeli değil uyumak kamaralarına bile girmediler, sırtlarında can yelekleri güvertede dolaşmayı yeğlediler. Doğal olarak ben de can yeleğimle güvertedeydim. Ben bu duruma 30 saat kadar dayandım. Bitkin duruma düşünce girdim kamarama, fırlattım attım can yeleğini bir tarafa, vurdum kafayı yattım yatağa. Hemen uyumuşum. Uykuda ölmek ayakta ölmekten daha kolay olacağını düşünmüştüm.

Sabaha karşı yattığım uykudan öğlen 12 sularında uyandım. Baktım ölmemişim, üstelik gemi çok rahat, hiç sallanmıyor. Merakla lombozdan dışarı baktım. Girit'e gelmişiz, yakıt alacağımız limana girmekteyiz. Bir ohh çektim, gerginliğimi attım, gevşedim.

Mersine girdik. Yükü boşalttık. Dalgıç Hayriyi çağırdık. "İn bakalım aşağıya, bu delik nasıl bir delikmiş, gör ve bizi bilgilendir" dedik. Hayri "bir lira çapında bir dellik. Ben onu şimdilik tıkadım. Siz de suyu basıp tankı boşaltırsanız tapa dış suyun basıncı ile yerine daha iyi yerleşir" dedi. Hemen tankı denize dastık. 1 TL. çapında deliğin bizde yaşattığı korkuya hayıflandık.

İstanbula geldik. Şirketin Akıl Hocası Kaya Kpt. (Kaya Demirsoy, Gv. 50) tanka girip deliğin bulunduğu bölmeye oldukça kalın bir beton attı. Gemi bu şekilde seferlerini sürdürdü. Havuz zamanı gelince  2x8 m  boyutundaki çürük saç yenilendi.

Mk. Enspektörlüğü görevini yüklendiğim Reşit Kalkavan Şirketinin 3 gemisi vardı: M/V Kutup Yıldızı, M/V Denizatı ve gemilere yakıt veren küçük bir koster M/T Reşit Kalkavan.

1990 yılında Şirket Norveçlilerden 35 bin tonluk bir yük gemisi aldı. Adını "Hacı Reşit Kalkavan" koydu. Gemiyi Dunkerkque limanından Orhan Kpt. İle ben teslim aldık. Karadaki işlerim hafif olduğu zamanlarda Orhan Kpt. İle beraber bu gemide sık sık Baş Müh. görevi ile sefere çıkardım.

Şirketten 1993 Ocağında ayrıldım.
#3
Anılarımız / S/S AYDIN - 3
Son İleti Gönderen İlhanÖzerdim - Mayıs 22, 2024, 02:19 ÖS
Sanki yeraltı şehriydi. Fikret'in amacı da buradaki oyun yerlerinde illüzyonist olarak çalışmaktı. Hatta benim Amerika'dan ayrılışıma yakın ufak ufak çalışmaya başlamıştı, galiba.

Fikret bu sihirbazlık yeteneğini günlük yaşantısına, çevresine ve dostlarına da yansıtır, bir sürü olumsuzlukları düze çıkarır, güldürü ortamı yaratır, böylece çevresindekilerin sempatisini, beğenisini ve sevgisini kazanırdı. Evlenirken kilisede ortaya çıkan olumsuz karışıklıkları bu yeteneği ile düzeltmiş ve bütün kilisedekileri nasıl kafa kola aldığını bana anlatmıştı. Bunları burada size anlatmak isterdim ama ne yazık ki belleğimden silinmiş.
 
Fikret'in eşinin babası New York Belediyesinde Temizlik İşleri Müdürü. Bütün New York'un temizliğinden sorumlu. Oldukça önemli bir konum. Bu aile Katolik. Bilindiği üzere Katoliklerde din kaynaklı bazı tutkular vardır. Örneğin Katolik olmayanla evlenilmez. Baba kızının bir  Müslüman Türk ile evlenmesine çok karşı çıkmış. Fakat  sırılsıklam aşık olan kız buna da çare bulmuş. Fikret'i  Katolik kilisesine yazdırmış. Evlenmenin son çare olduğu bilincinde olan Fikret sözüm ona Katolik olmakla kalmamış, iyi bir Katolik olduğuna inandırmak için türlü illüzyonizm numaraları ile, Babanın sevgisini, beğenisini kazanmış ve adam Fikret'i oğlu gibi özümsemiş.
 
Bu ailenin gözbebekleri iki güzel kızları var. Bilindiği üzere küçük kızı  Katolik (!!) Türk ile evli, büyük kızı kendilerinden bir Katolik ile evli. Bu damat üniversitede öğretim üyesi gibi bir şey. Fakat hiç mutlu değiller. Ailenin en büyük sorunu büyük kızlarının mutsuzluğu. Galiba Katoliklerde boşanma da olmadığı için aile büyük bir çıkmazda.

Ailenin dubleks güzel bir evi vardı. Bir akşamüstü alt katta salonda hep beraber oturmuş söyleşiyorduk. O sırada büyük kızın kocası geldi. Hiç birimizin yüzüne bakmadan ve bir merhaba bile demeden kaba bir davranışla yanımızdan geçip üst kata çıktı. Damadın bu yabanıl davranışı ailenin kronik üzüntüsünü tetikledi. Bir yanda dünya tatlısı Türk damat, öbür yanda insanlık dışı bir damat. Anne ve babanın yüzlerinde beliren üzüntü gözden kaçmıyordu. Kısa beraberliğimizde beni de çok beğenip sevdikleri için "ah, büyük kızımızın eşi de bu Türk olsaydı" özentisini belirten yüz anlatımlarını hep sergilediler.

Kısa da olsa bir süre sık sık beraber olduk; iki kız kardeş, Fikret ve ben. Eğlenceli günlerimiz oldu. Babası mutsuz kızını sevindirmek için 1957 model şevrole impala araba (o günlerin gözde arabası) almış kızına. Kız arabayı çok iyi kullanıyordu ama insanı korkutacak derecede hız yapıyordu. "Sevgili kızım güzel araba kullanışını çok beğeniyorum, ama korkuyorum. Ayrıca benim hayat sigortam yok. Ölürsem bir kuruş para  alamam sigortadan !!" deyip, arabayı daha sakıngan (ihtiyatlı) kullanmayı kibarca öğütledim.

1930'ların ikinci yarısında Ankara'da Dil Tarih Coğrafya Fakültesinden mezun olan halamın oğlu Sami Nabi Özerdim Milli Kütüphane Müdür yardımcısı görevindeyken, Kalifornniya'daki Stanford Üniversitesinde kurulmakta olan Uluslar Arası Kütüphanenin Türk kitaplığını  oluşturmak üzere 1950'li yılların ikinci yarısında Üniversite'ye çağrıldı. Sanırım iki yıl bu görevi yürüttü. Biz seyrek de olsa mektuplaşırdık; ben hurdacıda, o Üniversite'de !!

Empire State binasının 72 katında T.C. nin Kültür Ateşeliği'nin Müdürü Sami Ağabeyimin yakın arkadaşı. Ben Hurda Üniversitesinde değil, saygın bir Üniversitede okumak isteğini ileri sürünce Sami Ağabey beni oraya yönlendirdi. Gittim. Bütün koşulları masaya yatırarak görüştük. Ateşelik Öğrenci  Fişi vermesi gerekiyormuş ABD'de okumak için. Bu fişin verilebilmesi koşulları arasında T.C. ile her hangi bir olumsuz ilişki ya da borç olmaması gerek.  Ama benim devlete "Mecburi Hizmet" borcum var. Sınıf arkadaşım Suat Ecer (Boksör Suat, Mk. 53) Michigan Üniversitesi'nde okuyor. Mektuplaştık, o sıralar. Okuma olanağını elde edebilsem doğal olarak Michigan Üniversitesini yeğleyeceğim, orada bir arkadaşımın bulunmasından yararlanmak için. Yıllar sonra tanış olduğum, Hıfsı Veldet Velidedeoğlu'nun oğlu Erdoğan Bey, ABS'in gelecekteki (müstakbel) Müdürü Tahsin Bey, en ilginci de 1971'de evleneceğim gelecekteki eşimin eniştesi Alaattin Ekmekçi de oradaymış. İleriye dönük olayları bildiren bir elektronik aygıt o günlerde var olsaydı, "Alaattin Enişte ben senin baldızının gelecekteki eşiyim, bana yardım et" derdim, valla!!!
 
Bir Üniversitede okumak için bütün yukarıda saydıklarım yetmiyor. Senin ABD'de kalışını yüklenecek biri  (sponsor) gerek. Onu da buldum; Kızılhaç'ta  (Red Cross) çalışan Türkçe ile beraber yedi dili konuşan yardım sever bir bir Hanım. Onunla Türkçe konuştum. 50 dolar karşılığında ABD'de kalışımı yüklenecek bir kadın buldu.

Bütün bunlar tamam. Şimdi sıra geldi "para" bulmaya. Doğal olarak bunun tek yolu gemide çalışmak . Şimdi gemileri kovalamaya başladım.

YDO'ndayken biz okul açıldığında "Tanışma Çay Partisi", tatil başlangıcında da "Veda Çay Partisi" yapardık. Yıl içinde başkaca bahanelerle de "Çay Partileri" yapar bol bol dans eder eğlenirdik.

Piyanist, Müzisyen İlham Gençer'in üvey kardeşi Türkay Türkaydın (Mk. 52) bu çay partilerinin birinde beni zarif ve güzel bir kızla tanıştırdı dans etmem için. Adı Emel olan kızla iyi arkadaş olduk ve her çay partisine beraber gider olduk. Emel Cemal Reşit Rey idaresindeki klasik müzik orkestrasında viyolonsel çalan bir müzisyen. Güzel Emel'in bir hayranı olarak klasik müzik düşkünü oldum, aynı zamanda da benden 5 yaş büyük olan Emel'e sırılsıklam aşık oldum. Aşkın duygu seline kapılmış çaresizliği yaşadım. Neyse bu ayrı bir konu, geçelim.

Emel'in kız kardeşi ya da ablası deli doktoru Mashar Osman'ın oğlu ile evli. Uzun süre Amerika'da yaşamışlar. Prudencial Line (yazılış yanlış olabilir) şirketinde Kaptan olan bir Amerika'lı ile tanış olmuşlar. Prudencial Line Şirketinin gemileri hep victory, süper victorydir ve Türkiye'ye sık sefer yaparlar. Bu Kaptan İstanbul'a gelişlerinde Amerika'dan arkadaşı olan Emel'in eniştesini ve ablasını ziyaret eder; bir rastlantı sonucu ben de bu ziyaretlerin birinde bulundum. Kaptan ile tanıştırıldım. Benim de denizci olduğumu ve victory gemilerinde çalıştığımı öğrenince söyleşimiz denizcilik ortamına taşındı ve birbirimize ilgimiz yoğunlaştı. Yani tanış olduk.

Bir gemide çalışma araştırması nedeni ile Manhattan'ın South Ferry'de Prudencial Line Şirketine gittim. Benim tanıdık Kaptan Gv. Enspektörü olmuş. Hoşbeşten sonra beyaz bir yalan ile isteğimi söyledim: "ben burada üniversitede master yapıyorum. Yaz tatillerinde biraz para kazanmak için sizin gemilerinizde çalışabilir miyim?" diye sordum. "Niye olmasın" dedi ve beraberce Personel Enspektörlüğüne gittik. "Bu arkadaşı bizim gemilerde çalıştırmak istiyoruz. Coast  Guard'tan bir yazı ile onay iste" dedi ve ayrıldı. Coast Guard'a başvuru yazısı yazıldı. Bir cümle dikkatimi çekti: "adı geçeni gemilerimizde Silici olarak çalıştırmak istiyoruz" deniyor. "Ben Vardiye Mühendisiyim" diyerek karşı çıktım. Enspektör "sen çalışma iznini al, gerisi kolay" dedi. Sonra gözlerini gözlerime dikerek "bizim gemilerde silici maaşı 350 dolar. Türk gemilerinde Var. Müh. maaşı ne kadar?" diye sordu. Amerikan gemisinde ki silici maaşı Türk gemisindeki Var. Müh. maaşından ne yazık ki,daha yüksek olduğunu biliyordu ki, bu soruyu bana yöneltti. Yanıt vermeden yazıyı aldım ve dışarı çıktım.

Zaten çok yakın olan Coast Guard binasına gittim. İlgili Bahriyeliye (memur askere) yazıyı verdim. Okudu. Sonra yüzüme baktı. "Ama biz gemilerimizde iyi İngilizce bileni çalıştırırız" dedi ve yinelemem için alengirli bir kaç kelimeyi sıraladı. Kelimeleri yineledim. Pek fena bulmadı. Immigration numarasını istedi. "Yanımda değil, evde unutmuşum" dedim. "git getir" dedi. Böylece bu iş de yattı.

New York'ta yer altı trenleri (subway) yer altında dolaşır. Ama bazen yer üstüne, caddelerin üstüne çıkar. İster yer altında olsun, ister yer üstünde açık havada olsun yer altı tren ve istasyonlarında sigara içmek kesinlikle yasaktır ve cezası da yüksektir.

Coast Guard'tan can sıkıntısıyla  çıkıp, yer altı treninin yer üstündeki istasyonuna yöneldim. Çıkış merdivenlerinin orta bölümünde giriş kapısı var; kovboy barlarının küçücük, kendi kendine kapanır iki kanatlı kapılarından koymuşlar istasyon giriş merdivenlerine. Yani kapının girişi de, çıkışı da görünüyor. Kapıdan geçer geçmez ağzımdaki sigarayı söndürmek niyeti ile kapıdan geçtiğim anda sağ tarafta duran bir Polisin sağ elinin işaret parmağı ile beni yanına çağırdığını gördüm.

"Sigara içmenin yasak olduğunu bilmiyor musun?"
"Evet biliyorum; sigaramı tam tam söndürecektim, siz benden önce davranıp beni çağırdınız."

Konuşmalardan yabancı olduğumun ayırdına varınca,

"Immigration numaranı göster" dedi.
" Yanımda değil, evde unutmuşum. Ama yanımda şöyle bir  resmi belge var. Belki size yardımcı olur " diyerek, Pru. Line Şirketinin Coast Guard'a bşvuru yazısını gösterdim. Yazıyı okuyunca polisin yüzündeki sert anlatımın yerini daha yumuşak bir görünüm aldı ve " girdin mi?" diye sordu.

"Immigration numarasını almaya eve gidiyorum, işlemlerin tamamlanması için." dedim. Başarılar diledi, gitmeme izin verdi, Memur Bey.

Aldığım  mektupların birinde Sami Abim şöyle yazıyordu:

"Burada bir kız tanıdım. Adı Martha Morril (yazılış yanlış olabilir). Bana övünerek  babasının çingene olduğunu söylemişti. Halbuki bizim sülalemizde bir çingene olsa bunu saklamaya çalışırız diyerek kızın rahat  düşünce biçimine şaşırdığını yazmıştı.

Ben hurdacıda çalışırken Martha da New York'taymış. Sami Abi bana kızın adresini gönderdi, "git tanış" dedi.  Adres Manhattan'ın Central Park'ın batısında bir caddeyi gösteriyordu. Bir gün gittim. Dış kapının zilini çaldım. Kapı açıldı. 4-5 katlı bir apartman. Asansör yoktu. Ben merdivenleri tırmanmaya başladım. Dairenin katına henüz ulaşmadan yukarıdan kim olduğum soruldu bir kaç kez. Bir iki kat aşağıdan soruları yanıtlama yerine beni karşılayacak olanı bekletmemek için çıkışımı daha bir hızlandırdım. Benim yanıt vermememden korkuya kapılan ev sahibi kapıyı kapadı ve içeriden kitledi. Verdiğim rahatsızlığın ezikliği ile kapıyı tıkladım. İçeriden kim olduğum  yine soruldu. Açıkladım. Kapı açıldı beni içeri buyur etti iki kız. Özür dilediler, çok kötü insanların varlığından söz ederek. Tanıştık.   Bir kız arkadaşı ile ortak kiralamışlar daireyi. Çaylarımızı içerken ona kendimi tanıttım. Onun ilk sözü " Sami Bey çok değerli, bilgin, seçkin bir kişi. Böylesine saygın bir insanı tanımakla kıvanç duydum." dedi. Ben de Sami abi ile akrabalık durumunu anlattım ve  üniversitede öğretimi sürdürme olanaklarını araştırdığımı söyledim.

İlerdeki günlerde bir kaç kez buluştuk. Bu süre içinde aramızda gelişen ilişkiden esinlenerek evlenme önerisinde bulunmak üzere Martha'yı lüks bir lokantada yemeğe çağırdım. Durumu sezinleyen Martha ilk hoşbeşten sonra, benim de ziyaretlerim sırasında tanıdığım bir erkek arkadaşı ile evlenme kararı aldıklarını, biraz sevincini saklamaya çalışarak  söyledi. Beklenmedik bu sürprizin sıkıcı anlatımı haliyle yüzümde belirdi. Martha benim tatsız  şaşkınlığımı, arkadan  bu ters durumun  özürünü sürükleyen sevecen bir davranış takınarak gidermeye çalıştı.
 
Bilincimde kısa süren bir yargı sonucu kendimi toparladım ve bana çok acı gelen mutluluk dileklerimi Martha'ya ilettim.

İkinci evlenme olanağı Katolik ailenin büyük kızı, Fikret'in baldızı ile olabilirdi. Fakat bu öylesine uzun, çetrefil, dikenli ve hiç bir zaman olumlu bir sonu görünmeyen bir yoldu.

Bitmedi !!
Üçüncü bir fırsat daha çıktı karşıma; anlatayım:
Katolik Kilisesi kilisede bir eğlence gecesi düzenlemiş. Sonradan olma Katolik Fikret ile, aday Katolik İlhan da geceye çağrıldılar. Orada güzel, etli butlu, şirin, sevimli ve iyi dans eden bir kızla tanıştım. Kısa sürede içli dışlı olduk, kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi.

Liman  çalışanları grevi bitti. Benim Amerika'da kalış sürem doldu. S/S Yozgat Savannah limanı rıhtımına yanaştı. Katolik Kilisesi eğlence gecesinin sabahı Savannah'a gidiş  otobüs biletim alınmıştı.

Bu koşullar altında yukarıda adı geçen şirin, alımlı kıza evlenme önerisi yapabilecek bir babayiğit var mıdır acaba??

Ben yanıtlayayım: YOKTUR.
 
Çünkü süre darlığı içinde yapılan evlenme önerisinin "ABD'de kalmak"  amacı izlenimini de beraberinde getirir de, ondan.

İlhan Özerdim



#4
Anılarımız / S/S AYDIN - 2
Son İleti Gönderen İlhanÖzerdim - Mayıs 22, 2024, 02:14 ÖS
Bu aşama çok önemli olsa da insana bir yolda yada trafikte araba kullanma coşkusunu vermiyor, doğallıkla. Ama bu özentimi gidermenin yolunu buldum. Hurdalığımızın önünde 1-2 Km. uzunluğunda işlek olmayan yol vardı. Patronlar gelmeden sabah erkenden kalkıp o yolda koskoca kamyon ile 4-5 tur atıyor ve böylece uzun yolda araba kullanma tadını çıkarıyordum, her sabah.

Yakınlarımızda bir lokanta vardı. Aynı zamanda kafe olarak da çalışıyordu. Ben ara sıra orada yemek de yerdim. Bazen Patronların cömertliği tutar  "İlay (bana İlhan diyemezlerdi) git kafeden 3 çay al da beraberce çay içelim" önerisinde bulunurlardı. İtalyan Patron 'limonlu', Yahudi Patron 'sade', ben ise 'şekerli' çay içerdik. Kafeye gider görevli kıza "tea with lemon, tea with sugar and  tea with nothing" diyerek siparişi verir çayları alır gelirdim.

Aradan 3-4 ay gibi bir süre geçti. Bir gün yine aynı görevli kıza çay siparişi verdim. Yüzünde oldukça sevecen bir anlatımla "(tea with nothing) demeyin, (plain tea) derseniz daha doğru bir İngilizce olur" dedi. . İngilizcenin kritik bir noktasına parmak basma özentisine beğeni duygularımı ekleyerek en içten teşekkürlerimi ilettim. Ne de olsa aramızdaki bu küçük söyleşi 'gönül' alanının çizgilerini de zorladı biraz. Ben aslında plain kelimesini biliyordum ama böyle kullanılışını yeni öğrenmiş oldum.

İtalyan Patron sıkılmayayım ve değişik bir pazar günü geçireyim diye bazen beni evine alırdı. Eşi, eşinin annesi, küçük bir kızı ve kendisi ile ev halkı 4 kişiydi. Güzel bir pazar yemeği yerdik beraberce. İlk katıldığım günlerde tabağımda yemek bitince "biraz daha ister misin?" diye sordular; Türk geleneği gereği, "isterim" demek aç gözlülük anlamına geleceğinden, onların ısrar edeceği beklentisi ile "hayır, teşekkür ederim" dedim. Fakat o da ne? Onlardan "biraz daha ye" gibi bir üsteleme çıkmadı. Halbuki ben değil bir, dört tabak daha yiyebilecek iştahı olan biriyim. Çok değil bir iki kez aç kaldıktan sonra yemeğin "daha"sını hiç geri çevirmedim. Tabağıma ek yemek konmasını hep aç gözlü bir istekle karşılarken, onlar tabağım boşaldıkça yemek koymaktan adeta usandılar !!!

Hanımın annesi bana bir şeyler anlatmaktan hoşlanırdı. Uzun uzun konuşurdu. Ama ben anlatılan konuları şimdi hiç anımsamıyorum. Yalnız bir şey çok ilgimi çekmişti; sözlerinin arasına arada bir "you're telling me" diye bir deyim sokuştururdu. "ne diyorsun ya", "bu da laf mı yani" gibi bizim Türkçede de kullandığımız deyimlere ben benzetmiştim. Yıllar geçti;  hiçbir İngilizce metinde, hiçbir İngilizce konuşanda bu deyime rastlamadım. Yaşlı teyze konuşmasını etkili kılmak, heyecanı artırmak için kendi uydurduğu bir deyim olsa gerek diye düşünüyorum.

İtalyan patronum bir kere de beni kendi annesine götürdü. Annesinin evi kendi evinden çok uzaktaydı. Gelin-kaynana arasındaki nazik ilişkiyi mesafe ile zararsız bir düzeyde tutmayı başarmış olduğu izlenimi edindim. Oğlu çok sever diye biber dolması yapmış. Çok lezzetliydi. Ben pek sevmezdim ama o kadar hoşuma gitti ki, üç kocaman dolmayı mideye indirdim. Bizim gemilerde pazar günü kuru fasulye (kuru soğan eşliğinde), pazartesi günü de biber dolması pişirirdi aşçıbaşı. Biber dolmaları çok yavan ve lezzetsiz olduğu için bu güzel Akdeniz yemeği maalesef benim nefretimi kazandı. Ama Akdenizli İtalyan anne benim biber dolması konusundaki yanlış düşüncemi alt üst etti ve olumlaştırdı. Artık ben de gemi dışında biber dolması yer oldum. Hâlâ da çok severim. Bir kez de arkadaşım Metin Epçim'in (Mk.56) annesi bizi biber dolmasına çağırdı. Ama onun pişirdiği biber dolmaları İtalyan anneninkilerinin lezzet düzeyinin çok üzerindeydi. Ben yemeğin adını "Biber Dolması Kebabı" olarak değiştirdim.

Parçalanarak biriktirilen araba parçalarını şevrole kamyona yüklemek de benim görevimdi. Parçaların arasında "rear end" denilen parça çok ağırdı ve ben bir halterci gibi onu kaldırıp kamyona atmakta çok zorlanırdım.

Vites kutusundan çıkan şaft arka tekerlekler hizasına kadar gelir ve orada "diferansiyel" denilen bir dişli kutusuna girer, burada dönüş hareketi 90 derece yön değiştirerek sol ve sağ arka tekerleklere ulaşır. Ama olay anlatıldığı gibi böylesine basit değil; bilindiği üzere bir araba, örneğin sola dönerken sağ tekerlekler soldakilere kıyasla daha hızlı döner. Araba sağa dönüyorsa olay tersinir. Bu dönüş farkını  gidermek ve tekerlekler arası dönüşleri dengelemek için "diferansiyel" denilen ve dönüş farkı gideren bir dişli düzeneği kullanılır; beni halterci yapan ağır parça da budur. Arabaları rahatlatmak için kullanılan bu düzenek, doğanın imalatı olan canlıların omurgası için çok zararlı oldu. Belim tutuldu. Bir hafta ya da on gün yattım, kaldım. Hiç hareket edemedim. Bir süre sonra ağrı giderek hafifledi ve ben eski İlhan'a döndüm. Fakat tam kurtuluşu edinmemişim ki, her 2-3 yılda bir bu bel ağrısı beni 3-4 gün yatağa bağladı. Yıllar böyle sürdü gitti. 2008'lere doğru bu  bel ağrısı şiddetini ve sıklığını arttırdı.  Doktorlar 'ameliyat' dediler; ama benim yanıtım kararlı ve kesindi, "odamdan tuvalete gidebildiğim sürece ben ameliyat olmayacağım." Sonra ne mi oldu? 10-15 yıl geçti, bu günlere geldik. Bu süre içinde bana bel ağrısı hiç uğramadı. Bu bel ağrısı beni niye bıraktı gitti diye ben de çok şaşırdım. Şimdi anamdan yeni doğmuş gibi tap tazeyim ve çok rahat tuvalete gidebiliyorum.
 
1957 yılının ilk ayları, kışın son günleri; beni çok şaşırtan bir telefın geldi. Kimden mi? Siz de şaşıracaksınız: Nejat İncediken'den (Gv. 50).
 
Nejat Ağabeyin eşi Fatma Hanım New York'ta Columbia Üni.de Türk kürsüsü profesörü, Nejat Ağabey de boş durmamak için bir sigorta şirketinde çalışıyor.

Deniz Nakliyatın bir gemisi ile NewYork'a gelen Cemal Kolçak (Boy Cemal Mk. 49) Nejat Abiye benden söz ediyor ve "şu adamı bul da serseriliği bırakmasını sağla" diyor. Nejat abi benim telefonu nasıl bulduğunu hiç bilmiyorum. Ama sonuçta beni ikna etti. Amerika'da kaçak durumdan kurtulmam için, "sana çalışacağın bir gemi buluruz ve Amerika'dan çıkış yaparsın" dedi. "Gemi bulmakta ben sana yardımcı olurum" diye de ekledi.
 
Bunun üzerine ben hurdacılıktan istifa ettim. Benim yerime hurdacıya kim geldi diye merak edenlere söyleyeyim: ben orada işe başladığımda kimse yoktu ki, ayrılınca birisi gelsin. Peki benim yaptığım işleri kim yapmaya başladı? Doğal olarak patronlar; ne olacak, 35 dolarlık kolay bir iş !!!
   
Böylece Amerika serüveninin  "hurdacılık aşaması" kapanmış oldu.

********************************************************
Pek fazla olmayan kişisel eşyalarımı yerleştirdiğim orta büyüklükteki çantam elimde, Hicksville tren istasyonunda treni bekleyişim, fotoğrafı çekilmiş gibi hâlâ gözümün önünde; koskoca Amerika'nın, koskoca New York'un sonsuz gözeriminde (ufuklarında) kendimi bir fiske dibi duyumsayarak o büyük ortamın bir noktasından belli olmayan bir noktasına gitmek üzere yoldayım. Nereye gidiyorum? O da belirsiz !!

Tren geldi. Bindim. Empire State'in yakınındaki Pensilvanya (Pennsylvania) İstasyonunda indim. Yeryüzüne çıkmak sakıncalı. Çünkü kaybolurum. Yer altında rotamı çizebileceğim çok olanak var. Birkaç kat yukarı mı çıktım?Aşağı mı indim ? Bilmiyorum; sonunda yer altı tren istasyonunu (subway) buldum. Brooklyn trenine bindim, Central Ave.da indim. Bunlar bilinçsizce gidilen yollar. Nerede sonlandı derseniz? Ayı Ahmet'in evinde. "Merhaba, ben geldim" dedim, kendi evime gelir gibi, attım çantayı bir kenara, soyundum, daha önce yattığım karyolaya uzandım. Uyumuşum.

Yıllar sonra ancak şimdi aklıma geldi; evinde bu kalışlarım için Ayı  Ahmet benden bir ücret istemedi, hiç anıştırmadı (hatırlatmadı) diye  anımsıyorum. Beni hep konuğu gibi öngörme tutumu, benim bir ücret ödeme gereğini gündeme getirmemiş olabilir. Ayrıca maddi bir sıkıntısı olduğu da hiç gündeme gelmedi. Yani bu ücret konusu belleğimde karanlık. Beni oğluymuşum gibi özümsedi. Bütün bu izlenimlerin sonucu Ayı Ahmet'in evini babamın evi gibi benimsedim. O zaman Ayı Ahmet yukarıda anlattığım öbür Türklerden ayrı bir kişiliği olsa gerek. Zaten onların hiç biri ile görüşmez ve kulübe de gitmezdi, Ayı Ahmet. Bana yaptığı babalığı unutamıyor ve bütün yüreğimle Allahtan rahmet diliyorum.
 
Şanslıymışım; Nejat İncediken Ağabeyin de bana yardımlarını unutamıyorum. Gemilere personel bulan bir acenteye gönderdi beni. Panama bayraklı bir Yunan gemisinde 3. Müh. olarak çalışacağım. O günlerde de Kıbrıs konusu dolayısı ile Türkiye ve Yunanistan arası gergin. İster misin, gemi seferdeyken 2-3 fanatik Rum karga tulumba beni denize atsınlar? Korkmadım desem, yalan olur. Bu ödlekliği kafamdan silerek, işi şansa bıraktım. Ama bu  iş olmadı. Çünkü kaçak durumundayken Amerika'dan çıkışım gemi Kaptanına sorumluluk yüklermiş. Kaptan suç işlemiş olacağından beni gemiye almazmış dedi, acente ve böylece o iş de yattı. Yani işin kısa anlatımıyla, Amerikadan çıkabilmem için Göçmen Dairesinden (immigration) Temiz Kağıdı almam gerekiyormuş. İş yine Nejat abiye döndü.

Deniz Nakliyatın NewYork acentesi Thule Ship, sahibi Mr.Cofield  (yazılış yanlış olabilir) ile Nejat Ağabeyin yakın ilişkisi var. Hem daha önceden taşıyorlar, hem de Nejad Ağabeyin eşi Prof. Fatma Hanım acentenin çalışanlarına Türkçe dersi veriyormuş, o sıralar. Nejad Ağabey Mr. Cofield'e benden söz ederek Göçmen Dairesine karşı beni sahiplenmesini sağladı. Böylece Thule Ship "adı geçen kişi bizim adamımızdır. Gemisini kaçırmasıyla Amerikada kalmıştır. İlk gemi ile yurduna dönecektir" bilgisi ile Göçmen Dairesine başvurduk. Mahkemeye çağrıldım. Thule Ship yanıma bir çalışanını kattı, Mr. Kurt adında Alman asıllı bir delikanlı. Onunla çok iyi arkadaş olduk. Oldukça güzel ve genç bir Hanım Hakimin karşısına oturduk. Yargılama başladı. Bir sürü soru ve yanıtların çoğunu anımsamıyorum, şimdi. Sadece küçük bir bölümü kalmış aklımda. Bir sürü laf salatasıyla Mobilde gemiyi nasıl kaçırdığımı anlattım. Bizim gemiler çoğunlukla NewYork'a geldikleri için cebimde kalan para ile bir bilet alıp otobüsle NewYork'a geldim. "Neden polise başvurup yardım istemedin?" sorusuna verdiğim yanıt şöyleydi: "Derdimi anlatacak kadar İngilizce konuşamıyordum ve Amerika'da bir göçmen sorunu olduğunu da bilmiyordum."

"Ama siz İngilizce'yi iyi konuşuyorsunuz!!"
"Burada kalışım süresinde öğrendim, efendim."
"Bu kadar kısa sürede mi?"
"Biz Türkler çok çabuk yabancı dil öğreniriz, efendim."

Bu benim anlatımım (ifadem); ister inansın, ister inanmasın !!

Duruşma sonlandı. Bana Amerika'dan kendi olanaklarımla çıkmam (departure) için 2 ay süre verdi, güzel Hakim Hanım.

Kısa bir süre sonra yeniden Göçmen Dairesinden çağrıldım. Bu defa sadece bir avukat ses alıcı aygıtı ile benim anlatımıma  başvurdu. Konu "Amerika'dan ayrılma isteğimdi. Yani sanki Amerika'yı beğenmiyor muydum?" (Bu da Amerikanın aşağılık duygusu olsa gerek.)

"Hayır, öyle bir düşüncem hiç olmadı. Tam tersine Amerika çok görkemli, her yönden büyük atılımlar gerçekleştirmiş çağdaş ve tam yaşanılası bir ülke. Ama benim Amerika'da yaşamama engel iki neden var: birincisi göçmenler hakkındaki ABD Yönetmeliği, ikincisi, ben bir Türküm ve memleketimde yaşamayı yeğlerim. Bütün bu nedenlerle memleketime dönüyorum" dedim ve görüşme sonlandı.

Bütün bu işlemlerin yürütülmesi New York'ta benim tanış gözerimimi (ufkumu) genişletti. Şöyle ki: New York'ta Queens denilen bölgede oturan başka bir gurup Türklerle tanışma olanağını buldum. Bu Türkler Türkiye'nin elit tabakasından gelmiş olup, yüksek eğitimli, Amerika'da iş tutmuş ya da Türkiye Devleti çalışanı (memuru) olan  çağdaş ve uygar insanlardı. Gülcemal gemisinden kalma Türklerle hiç bir ilişki ve ilgileri olmadığı gibi, birbirlerinin varlığından bile haberleri yoktu, sanırım. Bu gurubun ev toplantılarına katıldım. Aralarında Türkiye'den tanış oldukları bir Ermeni de vardı. New York'a ilk geldiğinde Empire State gökdeleninin dibinden binanın tepesini görmek çabası ile yukarı doğru bakarken arkaya devrilip düştüğünü anlatmıştı. Hepimiz buna çok gülmüştük. Bunların arasında şimdi adını unuttuğum benim yaşımda bir İzmirli ile iyi arkadaş oldum. Bu arkadaşın New York'ta iş sahibi ya da Türk Devletinin çalışanı olan ablası ve eniştesi vardı. Onların konuğu olarak Amerika'ya gelmiş, vizesi bitince benim gibi kaçak durumuna düşmüş. Bütün amacı Zati Sungur gibi illüzyonist olmak. New York'a ilk geldiğinde buna bir üniversitenin kafeteryasında iş bulmuşlar. Büfede 6 kişi imişler. Fakat bunun eli öylesine çabukmuş ki, müşteri öğrencilerin isteklerini tek başına karşılayabilince Yönetim öbür 5 çalışana yol vermiş ve bu tek başına büfeyi idare eder olmuş. Üniversitede çalışan bir kız buna aşık olmuş. Evlenmek istemiş. Bunun gerçekleştirmek istediği büyük bir ülküsü (illüzyonistlik) ile evlilik bağdaşmayacağı için evliliğe yanaşmamış. Uzun uğraşlar ve tartışmalar sonucu kız gizlice bunu Göçmen Bürosuna suç duyurusunda bulunup  kendisi ile evlenmeye razı etmiş. Evlenmiş ama  Amerikada'ki durumunu yasallaştırınca boşanmayı da kafasına koyduğunu bana hep söylerdi.

Böylece bu guruba giriş yaptım. Çoğunlukla bu arkadaşın evinde kalıyordum. (Adı Fikret idi, galiba. Bunları bir kenara not etmediğime şimdi çok yazıklanıyorum.) Yani New York'ta kalacak iki yerim oldu: biri Ayı Ahmet'in evi, kahvaltılı gösterişsiz otel, öbürü eğlencesi bol lüks otel.

7.cadde ile Broadway'in kesiştiği yerde 41. sokakta bulunan bir hamburgercide bana iş de buldu bu arkadaş. İş çok kârlı bir işti; özellikle öğlen saatlerinde  çevredeki iş yerlerinden (zaten orada bütün binalar iş yeridir) telefonla gelen yemek siparişlerini yerine götürüp sahibine veriyorduk. Benle beraber 5 kişiydik . Sabah saat onda işe başlıyorduk. Önce kendi karnımızı doyuruyorduk. Öğleden sonra saat 3-4 gibi siparişlerin kesilmesi üzerine iş sonlanıyordu. Acıkan karnımızı doyurup evlerimize gidiyorduk. Bu çalışma karşılığı patron bize 2'şer dolar veriyordu. 7-8 dolar bahşişle beraber günlük kazanç 9-10 dolar oluyordu, artı karnımız da doyuyordu bedavadan.. Amerika'dan ayrılma zamanı geldiği için bu kârlı işte çok uzun çalışamadım. Yine de Türkiye'ye 1100 dolarla döndüm. Zengin dönüşü !!!

Aslında ben elimdeki Göçmen Bürosundan aldığım Temiz Kağıtla bir gemide çalışacaktım. Asıl plan bu idi. Fakat tam bu sırada Liman İşçileri Sendikası (Longshoremen Union) Amerikanın hem Atlantik hem de pasifik kıyılarındaki limanlarda greve başladı. Tam iki ay sürdü. Limandaki gemiler yükleme, boşaltma yapamadıkları için kalkamıyor ve bu durum dolayısı ile dışarıdan da gemi gelmiyordu. Bu durumda benim bir gemide çalışmam bütünüyle olanaksızlaştı. İki ay doldu. Yeniden Göçmen Bürosuna başvurdum. 20 gün daha ek uzatma verdiler. Ama grev bir türlü sonlanmıyordu. Yeniden ortadan kaybolup kaçak durumuna girmek olabilirdi ama bu çok kötü ve ayıp sonuçları olan bir uygulama olurdu; özellikle  Thule Ship'in güvenilirliğini ve saygınlığını zedeleyecek olan böyle bir nankörlük yapılamazdı.. Onun için bu çözümü kafamdan tamamen sildim attım. Kalışın sürmesi için bir tek yol kalmıştı; evlenmek. Böylesine kısa sürede olacak bir iş değil, doğallıkla.

Hurdacılıktan ayrıldığımdan beri hamburgercide çalışıyor, çoğunlukla  İzmirli arkadaşımın evinde kalıyordum. İllüzyonizm deneme çalışmaları yapmak üzere arkadaşım Fikret beni "seyirci" olarak loş bir odada karşısına alır sihirbazlıklar yapardı. Bir tanesi belleğimde kalmış: bir deste oyun kağıdından bana bir tane kart seçtirdi, karta sadece ben baktım ve belleğime yerleştirdim. Kartı tekrar  desteye karıştırdık, desteyi de kenarda duran masanın üzerine koydu. Sonra ceketinin mendil cebinden bir sigara çıkardı, ağzına koydu ve çakmakla yaktı. Bir iki nefes çektikten sonra sigarayı söndürdü. İki eli arasında parmakları ile sigarayı ovalayarak dürülmüş kağıt gibi açtı. Bir kenarı biraz yanık benim desteden seçtiğim kart çıktı. İstersen şaşırma !!!

Time Squeare'de yerin altında alış veriş dükkanları, lokantalar, sandöviç büfeleri ve oyun salonları bulunan kocaman bir çarşı vardı. 7/24 saat hep açıktı, her zaman cıvıl cıvıl insanlarla dolar taşardı.....

Devamı S/S AYDIN - 3
#5
Anılarımız / S/S AYDIN - 1
Son İleti Gönderen İlhanÖzerdim - Mayıs 22, 2024, 02:04 ÖS
Askerlik hizmetimin sonlanması ile, 1955 Haziran ayında atandığım Victory tipi  Aydın gemisine Maltepe açıklarında katıldım. Gemide nöbetçi olan 3. Mühendis  Behiç Ağabeye (Behiç Üner, Mk.51) ordinoyu verdim.
 
Kıçüstü güvertesinde kendisi için hazırlattığı küçük çapta çilingir sofrasına beni de çağırdı ve bir iki kadeh rakı eşliğinde akşam yemeğimizi yerken söyleştik.

Geminin 2. Mühendisi Ali Borovalı (Mk.48) izin yapmak üzere gemiden ayrılınca Behiç Ağabey 2. Mühendisliğe yükseldi ve 3. Müh. olarak Fuat Gülgün (Mk.52) gemiye katıldı. Süvarimiz yaşlı başlı 1923 mezunu saygın bir babamız olan Ekrem Denizmen idi. Sazı sözü yerinde, ağır başlı ameli Çarkçıbaşı makine dairesine inemeyecek kadar şişman ve göbekliydi. (O günlerde Deniz Nakliyatı Baş Mühendis açığını kapatmak için ameli çarkçıbaşılar kullanırdı.) Zabitan hakkındaki bilgilerin bu kadarı kalmış belleğimde. (O günlerde bir not defteri tutmadığıma şimdi çok yazıklanıyorum.) Bu gemide benim ilk seferim kontinant oldu. Ben gemide toplam bir yıl çalıştım. Bu süre içinde zabitan kadrosunda çok değişiklikler oldu ve bu arada  ben de 3. Müh.liğe yükseldim.
 
Makine dairesindeki tatlı su, deniz suyu,yağ ve buhar boru donanımlarını izledim. Hangi birimlere girip çıktıklarının çizimlerini yaptım. Otomatik donanımları inceledim, nasıl çalıştıklarını gözlemledim. En verimli çalışma koşullarını saptadım. İlk iki sefer bunlarla ilgilendim. Sonra ilgilenecek konu kalmadı; aslında var da, çalışan makineye fazla yanaşamıyorsun ki.
 
Canım sıkılmaya başladı. Kendime bir iş yaratmak için sağa sola yalpalamaya başladım. Kıçta dümen dairesinin bitişiğinde bir hurdalık buldum. Hurdaların arasında, atılmış ve paslanmış dört silindirli bir motor gördüm.  Volanına uzun bir boru anahtarı takarak motoru çevirmeye çalıştım, ama nafile bir mm bile oynamadı. Amerikan yapımı PALMER marka 4 silindirli bir benzin motoru.  Çalışmadığı için can filikalarının birinden sökülüp hurdaya atılmış; filikada yeri boş duruyor. Teknik kitaplarda okuyup, düşlerimizde canlandırarak öğrenmeye çalıştığımız karbüratör, distribütör gibi düzenekleri burada görsel olarak inceleyebilme olanağını elde etmenin coşkusu ile, iskelede kuru kumanyalık koridoru üzerindeki küçük bir sahanlığa hurda motoru taşıttım. Kimsenin gelip geçmediği buraya tezgâhı kurdum. Boş zamanlarımda motor üzerinde çalışmaya başladım. Silindir kapağını ve pistonları söktüm; motor bloğu üzerine bağlı bütün düzenekleri bloktan ayırdım. Bunları da parçalarına ayırarak, temizledim ve nasıl çalıştıklarını görsel olarak inceledim, yani öğrendim. Çalışır durumda olup olmadıklarını saptamaya çalıştım.

Blok çırılçıplak kaldı. Sadece bloğa ana yataklarla bağlı krank şaftı, blok çıkışındaki dişli volanı ile beraber ve ondan devinim alan kem şaftı blok üzerinde bıraktım. Krank şaft yataklarını tek tek söktüm ve inceledim. Hepsi de pırıl lpırıldı. Klerenslerine baktım. Hepsini normal buldum. Yani kısaca söylemek gerekirse motorun atmosfere açık yerleri paslanmış, kirlenmiş; atmosfere kapalı olan iç kısımları tertemiz durumunu korumuş. Ben  bütün parçaları temizledim, donattım ve yerlerine bağladım. Yalnız alıcı-verici valflar çok kötü durumdaydı; o sırada gemimiz ABD'ye ulaşmıştı. Ben 2. Ağabeyime yalvarırcasına rica ederek  8 adet yeni valf alınmasını istedim. Onlara göre gereksiz masraf olmasına karşın beni kırmadılar ve 8 adet valf satın alındı.

Dönüş yolunda motorun donatılması işi bitti ve motor yeri boş olan filikaya motoru taşıttım. Pervane şaftının da gerekli bakımını yapıp şaftı motora bağladım. Soğutma suyu ve benzin deposu bağlantılarını da tamamladığım zaman gemimiz de Türk limanlarına girmek üzereydi.
 
İlk varış limanında filikayı denize indirdim. (Aklımı motorun kendisi bloke ettiği için hangi liman olduğunu hiç anımsamıyorum.)

Soğutma devresinin havalarını çıkarıp donanımın tamamının su ile doldurdum. Karbüratöre kadar benzinin akışını da sağladım. Çevirme kolunu volana taktım.
 
Konuyla az buçuk ilgilenen bazı gemi arkadaşları beni merakla yukarıdan izlediklerinin ayırdındaydm; yüzlerindeki hafif alaycı anlatımı görür gibiydim. Sonucun başarılı olmasını onlar da istiyorlardı, ama hurdadan çıkma bir motordan pek hayır geleceğine olasılık tanıyamıyorlardı. Üstelik gemiye masraf da yaptırmıştım. Aslında haklıydılar. Bende de aynı duygular egemendi.

Kol zorlanmadan az bişe öndü, sonra zorlandı; pistonlardan birinin sıkışma (kompresyon) durumuna girdiğini anladım. Ben de zor kullanarak bu konumu atladım. Gözüm egzoz çıkışında. Yanma ya da patlama görüntüsü yoktu. Birkaç kez bu durumu yineledim. Ben egzozdan bir yanma ve kara duman çıkışını görme umudu ile var gücümle kolu çevirmeyi sürdürdüm; umut-umutsuzluk arası bir duygu ile. Aniden bir patlama oldu ve egzoz borusundan kara kara dumanlar çıktı; patlama öylesine şiddetliydi ki, ben silindir kapağının yerinden havaya fırlayacağından korktum. Motor büyük bir gürültü ile dönmeye başladı. Hemen gaz kolunu "tam yol"konumundan "en ağır yola" indirdim. Bir sessizlik ortalığı kapladı; sadece motorun uslu uslu emirlere boyun eğen ve güven veren bir çalışma sesi duyuluyordu. Egzoz hafif kara fakat saydam ve temiz çıkıyordu. Soğutma deniz suyu ılınmış olarak geldiği yere dönüyordu.
 
Bütün olası denetimleri tamamladıktan sonra mataforanın kancalarını çıkardım, vitese taktım. Ağır yol ile seyre geçtim. Motor oldukça rahat  yüzdürüyordu filikayı. Çeşitli hızları denedim, her şey tıkırındaydı. En son olarak gaz kolunu tam yola koydum; o da ne? Filikanın ön yarısı kris kraft gibi denizin üstünde havada gidiyordu. (Bu mizansen değil, gerçektir) Bu hızla geminin etrafında iki kez gösteri seyri yapıp matafora kancalarının altına gelip filikayı yerine çektirdim.
 
Artık gemimizin motorlu bir can filikası vardı.

1956 yılının ortaları, Haydarpaşa açıklarında demirliyiz. Bir hanım yanında kızı ile gemiye geldi. Gemi yetkilisi ile görüşmek istemiş; bana getirdiler. Daha önce de söylediğim gibi gemide tek zabit ben; öbürleri evlerinde. Rastlantı olsa gerek, nöbetçi güverte zabiti de yok, o sırada. Onun için konukları bana getirmişler. Buyur ettik. Kızı Arnavutköy Amerikan Kız Kolejini bitirmiş. Öğrenimini sürdürmek üzere ABD'ye bizim gemi ile gidecek. Biletini almış yolcu olarak gemiye katılıyor. Annesi de kızını yetkililere (yani  bana) ve güvenilir ellere bırakmak üzere gemiye gelmişler. 12 yolcu kamaramız var. hepsini gösterdim. Birini seçtiler. Eşyalarını kamaraya koyup, anahtarı ile kitledi. Ben konuk ikramında bulundum. Sonra hanım kızını bırakıp gemiden ayrıldı. (O günlerde uçak yolculuğu pek güncel değildi. Yolculuklar gemilerle yapılırdı.)
 
Kız ile yakın arkadaş olduk. O da benim gibi yazarların, şairlerin güncel kitaplarını okumuş ve okumakta; bu alanda gözerimi (ufuk) oldukça geniş ve  bilgili bir kişi. Bu konulardaki beraberlik yakın bir arkadaşlığın temelleri oldu. Ortak konuların çokluğu boş zamanlarda  sürgit bir beraberlik sağladı.
 
Bunun dışında, serüven sever bir yaradılışı vardı, yolcu kızımızın. Öbür yolcular gibi kendi kişisel sorunları ile hemhâl olarak bir kenarda yolculuğu tamamlamayı bekleyen bir kişi değildi. Tam tersine yaşantının her yanını yaşamak, tanımak, denemek eğiliminde ve isteğinde olan ilginç bir kişiydi, bu yolcumuz. Aşçıbaşı ile beraber yemek pişirdi. Güvertede raspa yaptı, boya yaptı. En çok da benimle beraber çalıştı  sefer boyunca. Hurdadan çıkarıp gemiye kazandırdığım filika motorunun bakımını beraber yaptık. Simsiyah olmuş ellerini açıp bana göstererek "ellerim senin ellerine benzedi artık dimi?" diyerek öykündü.

Gece 12-04 vardiyalarını çoğunlukla beraber tutardık. Makineler hakkında az buçuk bilgilenmesi sonucu bana bayağı yardımcı olurdu.

Aşçıbaşı bazı günler donuk olan koyunu kumanyalıktan dışarı çıkarır, çözülmesi için. O geceler bizim şölen gecelerimiz olurdu. Koyunun çözülmüş olan böbrek, yumurtalık vb. yerlerini keser alır ve temizledikten sonra pişirilmeye hazır ederdik. Ben bir peynir tenekesinin üstünü kesip, kenarlarını kıvırdım, tava yaptım. İçinden 250 derece sıcaklıkta buhar geçen jeneratörün buhar giriş valfının üstüne geçirilmiş yalıtım şapkasını kaldırınca karşınıza 25-30 sm. çapında çok sıcak bir tava çıkar. Onun üzerine benim tavayı koyup etlerimizi pişirirdik. Bütün gemiyi nefis bir kebap kokusu kaplar. Sabah olunca bazı arkadaşlar gece düşlerinde bir ziyafette çok nefis kebaplar yediklerini birbirlerine ağızlarının suyu akarak anlatırlardı !!!

Yolcu kızın gemi işlerine ve personeline yakınlaşması, bazılarının cinsi isteklerini tetikledi. Kıza sarkıntılıkta bulundular. Geminin disiplinini korumak için 2.Kaptan bazı önlemlere başvurdu. Ben iki arada bir derede kaldım. O yaşların toyluğunu da eklerseniz tam anlamı ile şaşkın bir durumdaydım. Gemiye ağır bir hava egemen oldu. Böylesine bir tatsızlıkla Mobil limanına vardık. Gemiden yolcular ve kız çıkınca her şey eski haline döner umudu da fos çıktı; bozulmuş olan gemi atmosferi ne yazık ki hiç düzelmedi, tersine daha tatsızlaştı.

Bir hafta kadar geçti. Cehenneme dönen bu gemi ile Türkiye'ye dönmeyi gözüm yemedi. Bir istifa dilekçesi yazdım. Kamaramın masasının üzerine koydum. Çok az olan kişisel eşyalarımı çantama koyup, gemiden koparcasına çıktım. Ohh bee!!! dışarıda yaşanacak dünya varmış.

İstenç-dışı bir güdü ile Greyhound otobüs şirketinden New York'a bir bilet aldım!!! Allah Allah niye? Benim için ne ayrımı var? Ha Mobil, ha New York!! Sanki New York babamın evi!!! Neyse, bileti almış olduk; çaresiz New York'a gideceğiz artık.

Yıl 1920, Osmanlı İmparatorluğu'nun Gülcemal adlı yolcu gemisi New York'ta. Harp yılları; gemiye haciz konmuş. Aç ve çaresiz kalan personel başının çaresini aramak üzere gemiyi terk etmişler. Boylu poslu, yapılı ve yakışıklı silici ateşçi ve gemicileri Amerikan kızları kapışmış; arada dil birlikteliği olmadığı için birbirlerinin nitelik düzeyini tartamamışlar doğallıkla. Evlenmişler, çoluk çocuğa karışmışlar. Çoğunun evliliği zamanla bozulmuş. Yaşamlarını bekâr sürdürmüşler. Bunlar çoğunlukla Brooklyn'nin Central caddesinde konuşlanmışlar. Yaşlanmışlar. Bir gün bir arkadaşları ölmüş; Hristiyan mezarlığına gömmek istememişler. Belediyeye başvurup, Müslüman mezarlığı isteminde bulunmuşlar. Yönetmelik gereği bir dernek kurarak istemlerini elde etmişler. Dernek de onların bir araya geldikleri bir kulüp gibi olmuş, zamanla. Her gün oraya gidip söyleşi yapıyor ve kâğıt oynuyorlarmış.

Limana bir Türk gemisi gelince, gemiye gidip, gemideki Türk vatandaşları ile özlem gideren söyleşiler yapıyorlar; doğallıkla bu görüşmeler gemi mürettebatı ile oluyordu. Amerika'da değişik bir yaşam eğiliminde olanlara yardım sözü vererek gemiden kaçmalarını özendiriyorlardı. İlk günler bunları evlerinde ağırlıyorlar ve onlara iş buluyorlar. Akşamları da kulüpte toplanıp söyleşi yapıyor ve kağıt oynuyorlarmış. Kağıt oyunu eğlence için değil, paralı oluyormuş, yani kumar oynanıyormuş. İş bulup yardım ettikleri bu vatandaşlarını 3-4 kişi makasa alıp bütün kazancını elinden hileyle alıyorlarmış. Kumara düşkün olan bazıları oyunları sürdürüyor ve bütün kazancını bu uyanık vatandaşlarına kaptırıyorlarmış. Yani bu gariban onlara çalışmış oluyor. Ama bazıları da hem kumarı sevmediği hem de geleceği için bir takım planları olduğundan kendisine ağabeylik, babalık  yapmış olan bu insanlarla bir kaç kez oyundan sonra onlardan af dileyerek oyundan çekiliyormuş. Sen misin çekilen!!! O zaman kendilerine uyum sağlamayan bu kişinin kaçak olduğunu  Göçmen Dairesine (İmmigration) bildiriyorlar; Göçmen Dairesi kaçağı yakalayıp, bir daha ABD'ye gelmemek üzere Türkiye'ye geri gönderiyormuş. Bunlar benim duyduklarım. Zaten Amerika seferi yapanlar böyle olaylara hep tanık olmuşlardır. Ama bir gerçeği kesin biliyorum: Amerika'da kendi soyundan, ırkından, milliyetinden olan bir kişinin kaçak olduğunu  Göçmen Dairesine bildiren tek millet, ne yazık ki, Türkler. Bunlar, benim durumumla ilgili görüşme yaptığım Göçmen Dairesi avukatının bana söyledikleri;
 
Ben ateşçi Ayı Ahmet'in evinde bir kaç hafta konukladım. Evlenmiş. Karısı bunun ayı olduğunu anlayınca ayrılmış. İki kızı vardı. Onlar da taaa Kaliforniya'da yaşıyorlardı ve babaları ile hiç bir ilişkileri yoktu. Ama doğruyu söylemek gerekirse beni çok iyi ağırladı. Gemici bir arkadaşı vardı. O nasıl olduysa Amerikalı karısıyla yaşamını sürdürebilmiş. Ayı Ahmet'in iyi dostuydu. Benim canım sıkılmasın diye sık sık onlara gider söyleşi yapar iyi vakit geçirirdik. Ayı Ahmet bana iş de buldu. Ayı Ahmet'in iyiliklerini hiç unutmuyorum. Bana gerçekten içten yakınlık gösterdi, Ayı Ahmet.

Long Island, Hicksville kasabasında bir hurdacıda çalışmaya başladım; "Hicksville Auto Wrackers." İki katlı döküntü bir evin  çok geniş bir bahçesinde hurdalar toplanıyor, cinslerine göre yığın yapılarak  belli bir birikime ulaşınca fabrikalara satılıyordu. Iki patronum vardı: biri Yahudi; içten pazarlıklı, kurnaz. Öbürü İtalyan; çalışkan, iyi niyetli, saf. Bütün personel sayısı benimle beraber üç kişiydik. Ben ofis olarak kullanılan evin alt katında yaşıyordum. Pencerelerde cam yoktu. Naylon ile kaplanmıştı. Kapı vardı ama kilidi yoktu. Bahçeye açılan kapının kapısı yoktu. Yani hurdacının ofisi de hurdaydı. Hurdaların arasından bir hurda karyola bulduk. Onu odanın bir köşesine koyduk. Yatak, yorgan, çarşaf hurda mıydı? Nereden bulduk? Hiç anımsamıyorum. Ben o yatakta yatıyordum; aynı zamanda gece bekçiliği de yapıyordum. "Gece yabancı biri avluya girerse vur kafasına" diyerek bana kalın bir sopa verdi İtalyan Patron. "Amerikada özel mülkiyete izinsiz gireni öldürme hakkın var" diye ekledi. İyi be!! adam 5 dolarlık bir akü çalacak, ben de onu öldüreceğim!!! "İsterse 10 tane akü çalsın; ben bu işte yokum" dedim içimden.

Ofisimizde modern bir telefonumuz vardı. Buz dolabı, çamaşır makinesi gibi kullanım dışı kalmış ev aletleri için telefonla onları gelip almamız istenirdi. Verilen adrese kamyonumuzla gider onları alırdık. Mal sahiplerini bu hurdalardan kurtardığımız için taşıma masraflarını da onlardan alırdık. Kaza yapıp da kullanılmaz duruma gelen arabaları da bedava alırdık. Halkın çok kullandığı arabaları saklar, onların kapı, pencere koltuk gibi parçalarını satardık. Acenteden yeni almak yerine bizden ucuza almayı yeğlerlerdi, fakir araba sahipleri. Bu alış verişin ilginç bir yanı daha vardı: ihtiyacı olan parçayı arabadan söküp çıkarmak alıcının göreviydi. Müşteri parçayı sökerken parça hasarlanırsa, sorumlu müşteridir ve bize yine parçanın parasını ödemek zorundadır. Oooh böyle alış verişe can kurban. En hızlı sürüm şampiyonu 5 dolara satılan akülerdi.

Çok lüks araba parçalarına böyle müşteri çıkmazdı. Bunların bazı işe yarar parçaları ve bakır telleri söküldükten sonra gıcır gıcır, yepyeni o güzelim koltuklara bir maşrapa benzin atıp kibriti çakar ve bütün arabayı yakardım. Sonra şaloma ile arabayı parçalayarak, No.1 çelik, No.2 çelik ve teneke olarak toplardık, fabrikalara satılmak üzere. Ara sıra İtalyan patronun katılması dışında bütün bu işleri ben yapardım. Patronlar sadece dışarıdan hurda toplar getirirler ve ayıklanmış hurdaları götürüp fabrikalara satarlardı. Geri kalan bütün işler benim sırtımdaydı. Bekçilik ile beraber bu çalışmalar karşılığında bana haftada 35 dolar verirlerdi; Amerikada en düşük ücret haftada 70 dolardı (lokantada bulaşıkçının haftalığı), o zaman. Kaçak olmanın olumsuz yanları.

O külüstür evin üst katında iki coçuklu bir aile oturuyordu. Evin içini ben hiç görmedim, ama alt kat gibi döküntü değildi, herhâlde. Biri kız, öbürü oğlan iki çocukları vardı ve 6-8 yaşlarındaydılar. Evin beyi ile pek konuşmam olmadı, ama hanım ile uzun uzun söyleşi yapardık. Kadın üniversite mezunu kültürlü bir kadındı. Beni de kendi düzeyinde bulunca uzun uzun siyasi konuşmalar yapardı benimle. Pazar günleri özenle hazırlanmış bir tabak "pazar yemeği" gönderirdi bana. İlgimi çekmişti; yemeği hep küçük kızı getirirdi, oğluyla hiç göndermedi; Görenekleri gereği besbelli.

O güne kadar hiç araba kullanmamıştım. Ama avlunun içinde hurdaların arasında kuramsal bilgilerime dayanarak o koskoca şevrole kamyonu hiç zorluk çekmeden kullanıyordum. Kullanıyorum dedim ama bütün yaptığım 1. vites, geri vites ve debriyaj, gaz, direksiyon; küçümsemiyorum. Zaten araba kullanmada en önemli aşama motoru stop etmeden gaz ve debriyajı beraberce kullanarak arabaya parmağında oynatır gibi istediğini yaptırmaktır.

Devamı S/S AYDIN - 2
#6
Anılarımız / ESKİ GÖNÜL SERÜVENLERİ
Son İleti Gönderen İlhanÖzerdim - Mayıs 16, 2024, 05:14 ÖS
"Bekârlık sultanlıktır" özdeyişine bağlı kalarak, evlenmeyi hiç düşünmedim. Zaten ailem, özellikle kardeşlerim konusunda öylesine yüklü tasarılarım vardı ki, bunların arasında evliliğin yer alması olanaksızdı. Evlenmeyi yaşam-dışı tutmama karşın, doğanın en güzel sanat eseri olan kadınlara ilgisiz kalamazdım, doğallıkla. Yaşamımı böyle sürdürmek zorundaydım ve bu konuda tatlı, acı anılarım da oldu. İlginç olan bazılarını yazmaya özendim.

1958'in sonbaharı ile 1959'un kış aylarında S/S Kütahya gemisi ile Danimarka'ya iki sefer yaptım. 6O yılı aşkın bir süre geçtiği için zabit arkadaşların çoğunu anımsamıyorum. Anımsadıklarım şunlar sadece: yüzü Atatürk'e çok benzeyen bir Süvarimiz vardı. Ne yazık ki adı belleğimde yok. Çarkçıbaşı Abi Hâlit (ameli), Gv. Zb. Yalçın Ilgaz (Gv.55), Mk.Zb. Eyüp (Ameli), Mk. Zb. Yaşlı ast subay emeklisi.

Geminin yükü badem içi; gemi badem çuvalları ile lebaleb dolu. Türkiye'den Danimarka'ya taşınan bu yüKÜn bir cuvalını açmışlar, gemide herkese dağıtıyorlar. Ehh, 3 bin ton badem içinin 1 cuvalı da gemi personelinin göz hakkı olması doğaldır. Ofisimde evrak için çekmeceleri açıyorum, evraklara ulaşmak olanaksız; çekmeceler silme badem dolu. Badem yemekten enselerimizde çıbanlar çıktı.

Danimarka'da çok kıymetli olan bu yükü boşaltmak için Danimarka'nın en küçük limanı Korsör'e yanaştık. Korsör, o zaman, 25-30 dakikada kasabanın bir ucundan öbür ucuna yürünebilecek kadar küçük bir kasabaydı. Geminin yanaştığı rıhtım, bakkalların,kasapların, manavların bulunduğu kasabanın çarşısı. Yani gemiden inince kendini çarşının içinde buluyorsun; ya da gemiden çaşıyı ve dolaşan insanları kolaylıkla izleyebilirsin. Çarşıda bir kaç tane birahane aynı zamanda dansing var. Biz her akşam ceplerimize bademleri doldurup çarşıdaki eğlence yerlerine gidiyor ve badem eşliğinde içki içiyor müzik dinliyor ve dans ediyorduk.

Siz Avrupadaki küçük yerleşim yerlerinin küçüklüğüne baklamayın; kendi boyundan büyük eğlence yerleri vardır ve bütün kasaba halkı akşamları buralara giderek hoş vakit geçirirler. Biz de kısa süreli konuk olarak bu ortam içinde yerimizi alıyorduk, doğal olarak.

Bir akşam bir meyhaneye gittim; ceplerim badem dolu. Oturan kızların önüne bir avuç badem koyup onlarla dans ediyor ve eğleniyordum; onlara göre oldukça yüksek değerli bir alış-verişti bu.

Orta yaşlı bir hanım, yanında bir bey ve karşılarında da genç bir kız bir masada oturduklarını gördüm. Belli ki, anne, baba ve kızları ile eğlenmeye gelmişler. Yanlarına gittim. Bir avuç badem Hanımefendinin önüne, birer avuç da Beyefendi ile kızın önüne koydum. Bu pahalı hediyeyi çok beğenen aile bana kendileri ile oturmayı önerdiler, ya da yüzlerindeki beğeni anlatımına güvenerek ben kendiliğimden boş sandalyeye yanlarına oturdum. Anne-baba azbuçuk Almanca, kız  da yarım yamalak  hem İngilizce ve Almanca biliyorlardı. Bende de orta şekerli hem Almanca ve hem de İngilizce olduğu için güzel bir söyleşi ortamı oluştu. Romantik bir müzik çalmaya başlayınca kızı dansa kaldırdım. Her hâlde kız beni beğendi ki, bütün cömertliği ile bana sarılarak dans ettik. Etik, estetik ve neşeli bir akşam geçirdikten sonra evlerimize gitmek üzere dışarı çıktık ve anne-baba önde, kızla ben arkada yürümeye başladık. Mevsim kış. Ama hava çok durgun ve hiç esinti olmadığından üşünmüyor; yaprak bile kıpırdamayan böyle bir ortamda sanki doğanın en okşayıcı kucağında gezintidesin duygusu egemen. Çarşıdan uzaklaştıkça yerdeki  karlar daha belirginleşiyor, kalınlaşıyor. Az bir yürüyüşten sonra, sanki kasabaya küsüp bir kenara çekilmiş gibi tek başına,  bir ormanın kıyısında kulübe büyüklüğünde bir eve geldik. Karların kalınlığı 40-50 sm. olduğundan yürüyerek açılmış patikadan yürümek zorunlu. Eve girdik. Solda bir oda; bir bölümü yatak odasına dönüştürülmüş. Sağda içinde büyük bir kuzine olan mutfak. Kuzinenin içindeki bol ateş evi ısıtıyor, sözümona. Anne-baba yatmaya çekilmeleri üzerine kız ile ben  daha okşayıcı bulduğumuz ve çok dingin olan evin dışına çıkmayı yeğledik. Akça pakça beyazlığın ve yüksek orman ağaçlarının konukseverliğinin kucağına attık kendimizi. Kara kış derler ama, biz ak konukseverliğinin sıcacık koynundaydık sanki. Bu ortam bizi cennet mutluluğuna taşıdı. Bu cennette hep kalmakta vardı; ama ben gidiş-dönüş bileti almıştım. Dünyaya geri döndük.

Yeni tanıdığım aile ile bir daha görüşme olanağı bulamadan gemi kalktı ertesi gün. Geri kalan yükümüzü boşaltmak üzere daha kuzeyde olan Aarhus limanına girdik. Sevgili olmanın tadı damağımızdayken kızdan bir mektup aldım. Ama mektup Danimarkaca yazılmış olduğundan bir şey anlamadım ve ofisimdeki çekmecelerden birine koydum.

Korsöre göre daha büyük bir kent olan Arhus'ta bir akşam dışarı çıktım. Bir dansinge gittim. Geniş bir dans pistinin bir kenarındaki orkestra günün en güzel parçalarını çalıyor ve gençler de dans ediyordu. Ben de gözüme kestirdiğim bir kızı dansa kaldırdım. Dolgun vücudu ve bembeyaz teniyle çok güzel bir kızdı.(Zaten Danimarkada çirkin kız yoktur) Üstelik güzel de dans ediyordu. "Kendisinin turist olduğunu ve bir otelde kaldığını" söyledi, damdan düşer gibi. "Oldukça pahalı bir dinlence yapıyorsunuz anlaşılan" dedim. "Ne yazık ki öyle; ama başka yolu yok" dedi. "Var" dedim, kesin bir anlatımla. Sorgulayan gözlerle gözlerime bktı.!! "Benim bildiğim bir otel var; yemek de yatak da bedava. Orada kalır ve dinlencenizi sürdürürsünüz. "Neredeymiş bu otel?" diye sordu. "limandaki bizim GEMİ. Pek lüks değildir ama yemekleri çok lezzetlidir ve yatakları temizdir diye ekledim." Kabul etti. Tası tarağı toplayıp süper bedava S/S KÜTAHYA gemisine geldi, yerleşti. Gemi Arhustan kalkıncaya kadar kaldı. O da bu oteli çok beğendi anlaşılan.

Kalışının galiba 3. günü, yatağın kenarında oturur durumdayken "sana bir gerçeği açıklamak istiyorum" dedi. "Nedir o?" diyerek kaygıyla yüzüne baktım. "Ben turist falan değilim. Bir otelde çamaşırcılık yapıyorum. Sana yalan söyledim" diyerek bağışlanma isteğini dile getirme çabasını gösterdi.
 
"Bazı yalanlar beyaz yalandır; güzellik, iyilik, neşe ve hatta mutluluk getirir. Böyle bir beyaz yalanından ötürü seni kutluyor ve çok teşekkür ediyorum" dedim.

Bir gün benim kamaranın ofisindeki çekmecelerden badem yerken Korsördeki kızın mektubu eline geçmiş ve okumuş. Bana mektubu göstererek "bu kim?" diye sordu. "Korsörde tanıştığım bir ailenin kızı" diye yanıtladım. "İçinde ne yazıyor, biliyor musun?" "Hayır, Danimarkaca bilmediğimden bir şey anlamadım." "Ben söylelyeyim" dedi ve mektubu İngilizceye çevirerek anlattı.

(Benim kızları ile ilişkiye girmem anne-babanın çok canını sıkmış; ya bir bebek olursa diye. Endişeyi gidermek üzere  o da hastanede kurbağa testi yaptırmış. Sonuç anne-babayı sevindirmiş ama kendisi üzülmüş; keşke senden bir çocuğum olsaydı diye hayıflandığını yazıyor mektupta.)

İyi mi.!! Beyaz yalanın üstüne kara bir leke gibi oturdu, bu haber. Ama Danimarka kadınları denizciden daha çok denizcidir; olayı hiç sorun yapmadı, mektubu bir kenara atıp, badem yemeği sürdürdü.

                         **********

Danimarka'da işi biten gemi, Türkiye için yükleme yapmak üzere Kontinant limanlarına geldi. Sonra Türkiye'ye döndü ve yüklerimizi Türk limanlarına bıraktık.

Şu esindeşliğe (tesadüfe) bakın ki yeni yükümüz yine Danimarka'ya olup, ilk boşaltma limanımız da Korsör'dü. Yükümüzün ne olduğunu anımsamıyorum ama badem içi olmadığını biliyorum.
 
Böylece kısa bir ayrılıktan sonra Danimarka'ya gittik, Korsör'de çarşıya yanaştık.

Yanaştığımız akşam ben giyindim kuşandım, süslendim püslendim, geçen sefer tanıştığım kız arkadaşımı bulmak üzere geminin karşısındaki aynı bara gittim. Evine de gidebilirdim ama çekindim. Bir süre demlendikten sonra barmen kıza kız arkadaşımın adını (o zaman biliyordum; şimdi belleğimde yok) vererek gelme olanağı olup olmadığını sordum. "Gelebilirler" dedi.
 
Ben bir içki daha ısmarladım ve yeniden bekleme dönemine girdim. İçkimi yudumlarken barmen kızla konuşma fırsatı doğdu. Kız Alman kökenliymiş; Almanca konuşmak birbirimizi anlamakta ve tanımakta yardımcı oldu. Söyleşimizin tatlılık kıvamı arttı ve bizi birbirimize yaklaştırdı. Adı Ketty (yanlış olabilir) olan barmen kız benim kızdan çok çok daha güzeldi.
 
Gün bitti. Yeni gün başladı. Benim kız gelmedi. Barın çalışma süresi doldu.
 
Ketty "istersen benim eve gidelim söyleşimizi bizde sürdürelim" önerisinde bulundu. Ben"neden olmasın" diyerek evine doğru yürüdük. 3-5 dakikada vardığımız ev aslında 1 odacık idi. Bu sıcacık odacıkta içkilerimiz eşliğinde  söyleşimiz daha bi renklendi ve içtenlik kazandı.

İkinci Dünya Savaşında, küçük yaşlarında nazi kamplarndaymış. Çok eziyetli bir yaşantısı olmuş o kamplarda. Naziler kampta topladıklarına sicil numarası verip karınlarına numarayı öylesine kazıyarak yazmışlar ki, yıllar geçmesine karşın karın yüzeyinden numara bir türlü kaybolmamış. Açtı, karnındaki numarayı gösterdi. Numara hâlâ taptaze duruyordu. Çektiği sıkıntıları anlattı. İçim parçalandı. Bir fırsatını bulup kamptan kaçmış, Danimarka'ya sığınmış. O günden beri Danimarka'da yaşıyormuş. Kimsesi yok. Aslında Odenssa ile Korsör arasında sefer yapan feribotta çalışıyormuş. Benim kız da aynı yerde çalıştığı için oradan arkadaşmışlar. İzinli olduğu zamanlarda bardaki arkadaşlarına hem yardımcı oluyor hem de orada arkadaşları ile beraberliği sürdürüyormuş.

Sabah oldu. Ben gemiye geldim.

Nasıl oldu, bilmiyorum!! Birkaç gün sonra ben eski ve yeni kız arkadaşlarımla buluştum. Bunları gemiye getirdim. Bu sefer badem içi yoktu ama içki ve daha başka güzel şeylerle konuklarımı ağırladım. Neşeli söyleşiler yaptık; onlar kendi yaşantılarından ilginc olaylar anlattılar. Odense-Korsör arası sefer yapan feribotta çalıştıklarını söylediler. Ben de boş durmadım. Yaşantımdan bazı ilginc kesitler anlattım. Yani alkolün eşliğinde çok hoş bir söyleşi ortamına girdik. İyi de, bu şen şakrak ortamda bir dengesizlik her an kendini gösteriyordu; onlar iki, ben bir kişiydim. Buna bir çare bulmak için kafamda tilkiler dolaşıyordu, söyleşi boyunca. Sonunda bir sonuca ulaştım;  3.çarkçı Eyüb'ü çağırdım ve benim eski kızın yanına oturtup, aynı hızla demlenmeyi ve söyleşiyi sürdürdük. Böylece dengesiz durum ortadan kalktı. Alkolün mayıştırdığı ortamın yardımı ile paylaşım olumlu sonuç verdi ve yatma vakti herkes kamarasına çekildi.

Gördükleri yakın ilgi ve güvenilirlik nedeni ile konuklarımız bizim külüstür Kütahya'yı pek beğendiler . Bana yakın zabit arkadaşlarla bir grup oluşturup bol bol konuştuk, şakalaştık, yemek yedik, çay içtik. Kerahet vakti gelince benim kamarada yine çilingir sofrasını kurup neşeli ortamı sürdürdük. Bir transatlantikte bile SS Kütahya'daki bu zengin eğlenceyi bulamaz kimse.

Kalışın ikinci günü kızlar konukluğu sonlandırıp evlerine gitmek istediler; ama gidemediler. Çünkü dok ameleleri yabancılarla ilişkiye girdikleri için çok kötü davranmışlar bunlara. Dışarıda daha kötü saldırıya uğramak korkusu ile gemiden inmeden yine benim kamaraya geldiler. O gün akşam boşaltma sonlanması ile gemi Aarhus'a hareket etti. Kızlar Aarhustan trene binip Korsör'e dönmeyi planladılar; böylece kızlar da sefere katılmış oldu.

Tam yola koyulduk kazanın biri borularından su kaçırmaya aşladı. Devreden çıkarıp kazanı soğumaya bıraktık. Ama tek kazan gemiyi yürütmekte yetersiz kaldı. Demirleyip durmak zorunda kaldık. Kaçıran kazanın cehennemliğine girilebilecek kadar soğuyunca ben ve 3.MK. Eyüb kaçıran borulara makineto (boru ağızlarını genişletip sızdırmazlığı sağlayan aygıt) vurmaya başlsdık, kaçağı kesmek için. Ama cehennemlik cehennem gibi sıcak olduğundan ancak bir borunun kaçağını giderip kendini dışarı atmak zorunda kalıyorsun. Yoksa sen de borular gibi gevşeyip cehennemlike bayılıp kalırsın. Şu soru akla gelebilir: öbür personel niçin işe katılmıyor? Evet katılmayı ben engelliyorum; bu iş deneyim ve beceri ister, her önüne gelen başarılı olamaz. Kaçağı gidereyim derken boruyu kesersen iş çok çok büyür.
 
Biz kazan dairesinde bu işler ile uğraşırken gemiye polis gejmiş. Kaptana "siz telefon kabloları üzerine demirlediniz. Eğer bir hasar yaptıysanız bunu Şirketiniz ödemek zorundadır" diyerek bildirimde bulunup  gitmiş. İyi mi? Bi de bu iş çıktı başımıza.!!

Kaç saat sürdü anımsamıyorum; onarım bitti. Kazanlarda basınç tutup, vira demir bismillâh yola koyulduk.

Gemide bir dedikodu gelişti bu arada: Polisler gemideki kadınlar için  gelmiş, onları almaya. Neyse ki bunun gerçek olmadığını kanıtlamak zor olmadı, çünkü kadınlar gemi yolcusu gibi zaten aramızda.

Akşam geç vakit Aalborg'a yanaştık. Kızlar tren ile Korsöre gitmek üzere gemiden ayrıldılar.

Aaa, o da ne? Kızlar yine gemiye geldiler!!! İyi mi?

Son tren akşam saat onda kalkmış. Bundan sonraki tren de ertesi sabah kalkacakmış. Bunlar çaresiz gemiye geri geldiler. Önemli sorun şu: Bunlar ertesi gün sabah feribotta işlerinin başında olmazlarsa işten atılma olasılığından endişe ediyorlar.. Anası babası ve evi olan benim eski kız pek etkilenmişe benzemiyor ama hiç kimsesi olmayan yaşamını tek başına sürdüren Ketty ağlamaklı, hatta gözlerinden yaşlar akacak kadar ağlamaklı. İçim parçalandı desem yalan olmaz. Niye taksi ile gitmiyorsunuz diye bir öneri attım ortaya. Onlar kuş olup uçmak gibi akıl dışı olan bu öneriye çok yabancı kaldılar; "Öyle şey olur mu hiç?" "Çok pahalıdır, kimsenin gücü yetmez" dedi, Ketty. "Git bir telefon et, sor bakalım, kaç kron istiyorlar." Gözleri yaşlı Ketty alaylı bir tını ile böyle bir sorunun saçma olacağını belirtmeye çalıştı. Onun direncini kırmak için çok ısrar ettim. Sonuçta hatırım için telefona gitti. (Liman otoritesi rıhtımdaki gemilere telefon koyuyordu; telefon iskele başında dururdu) Yüzünde umutsuz bir anlatımla kamaraya geldi, oturdu. "Ne kadarmış?" diye sordum. Alaycı bir gülümseme ile "450 kron" dedi. Kendilerinin bir aylık maaşları değerindeki 450 kronun yokluğu apaçık ortadaydı.

Aylığımın üçte biri olan  dövizimi yeni almış ve pek masrafım da olmamıştı. Cebimdeki 200 kronu masaya koydum. Eyüb'e "git, sen de bir şeyler getir baklım" dedim. O da galiba bir 100 kron masaya koydu.

Bütün bunları ilgiyle izleyen öbür zabit arkadaşlardan 150 kron borç toplayarak 450 kronu denkleştirdim. Gelişmeleri faltaşı gibi açılmış gözlerle izleyen Ketty düş mü görüyorum, yoksa gerçeği mi yaşıyorum diye çimdiklemekten bacaklarını epey morartmıştır sanıyorum.

Parayı Ketty'e uzatarak "al bu 450 kronu, binin bir taksiye yarın sabah işinizin başında olun. Hdi güle güle"dedim.

Hâlâ düş aleminden çıkamayan Ketty beni duvara dayadı, kendi bedeni ile de beni duvarla arasında presledi; yüzümü öpücüklerle doldurarak, "yeniden gelişinde doğruca benim evime geleceksin, orası senin evin. Başka yere gitmek yok" gibi kararlı istekleri sıraladı. (Geminin Türkiye-Danimarka arasında rutin sefer yaptığını ve benim de her zanan gemide olacağım yanılgısı ile bunları söylüyordu)

Yalnız bir konu yanlış anlaşılmasın: "Cüzdanı şişik, yağlı bir zengin enayi buldum diye bunları söylediğini sanmıyorum. Olanaklarını ortaya koyarak kendisine böylesine içten destek olan kişi onun yalnız, garip ve umarsız yaşamından onu kurtaracağı umudu ile söylenmiş sözler; kimsesizlikten kurtulup kendisini sahiplenen erkeğini bulduğu için söylenmiş sözler" diye düşünüyorum.

Bu gün 95 yaşında olan ben, bunları yazarken çok duygulandım; o günlerde bunları yaşarken böylesine bir duygu seline kapıldığımı hiç anımsamıyorum. Ne tuhaf di mi?

Kütahya'nın seferi yine Danimarka'ya mıydı? Bilmiyorum. Ben İstanbul'a varışta gemiden çekildim ve M/V Kastamonu'ya atandım. 1959 yılının sonunda da Deniz Naliyatı'dan ayrılarak Etibank^ta çalışmaya başladım.

Aramızda adres alış verişi de olmamıştı, ama ben zarfın üstüne "Korsör, Çarşı, Ketty" diye bir mektup yazsaydim Ketty'ye ulaşırdı sanıyorum. Danimarka'ya gitme belirsiziliği içinde böyle bir şeye gerek de duymadım.

Korsörde bu olay, olayı yaşıyanlar tarafından dillendirildi mı?  Konuşuldu mu? Bilmiyorum. Az ya da çok, bir kısım Danimarkalı Türk İnsanının insan severliği, cömertliği, mertliğini duymuştur sanıyorum.

Benim de avuntum hep bu oldu.

İlhan Özerdim - Mk 53
#7
Anılarımız / YDO lu BAŞARILI GİRİŞİMCİLERİM...
Son İleti Gönderen İlhanÖzerdim - Mayıs 16, 2024, 05:06 ÖS
1975 Yılının yaz ayları. Ayhan Büyüktürkoğlu  (Mk.69), Baş Müh.lik görevini yürütmekte olduğum M/T Garzan tankerine 2.Müh. olarak atandı. Birkaç gün geçmeden aramızda yakın bir arkadaşlık ve teknik bir beraberlik oluşuverdi kendiliğinden. Ben kendisinin makinelere yaklaşımını çok akılcı ve güvenilir buldum ve beğendim. Böyle başlayan ve 6 ay gibi kısa süren beraberliğimiz ömür boyu arkadaşlığımızın ilk fidesi oldu.

Gemimizin Süvarisi dünya tatlısı Kürt Ziya (Ziya Tansev, Gv.36). Ziya Kpt. ile ilk beraberliğimiz 1969'un son aylarında S/S Yozgat gemisinde başladı; şimdi de Garzan tankerinde yine beraberiz. Konuşurken biz birbirimize "Amca" diye seslenirdik. İlk tanıştığımızda böyle bir çağırma biçimini kendisi başlattı ve böylece sürdü gitti. Bu biçim bir konuşma aramızdaki ilişki içtenliğinin derinliğini arttırıyordu; biz Kaptan-Baş Müh. değil, hep abi-kardeştik. Allah Rahmet eylesin; Kendisine saygım ve sevgim büyüktür.

Gemimiz İstanbul'dan kalktı. İzmir'e geldi ve Aliağa Rafinerisine yanaştı. Eşim ve 3 yaşındaki oğlum Ilgaz da benimle sefere katılmışlardı. 2.Müh. Ayhan İzmirli, ben de izmir'li, eşim de İzmirli olarak hepimiz hemşehriliydik. Ayhan Foça'daki anne-babasının yazlığına bizi götürdü, bir gün. Ayhan'ın  babası İzmir Bandosunu  kuran tanınmış bir müzisyendir. Ben ve eşim de uzaktan biliriz. O akşam babasının akordeon ile çaldığı nefis parçalar eşliğinde lezzetli mezelerle rakılarımızı yudumlayarak doyum olmaz bir akşam yaşattı Ayhan bizlere. Büyük beğenimi toplayan o akşam hâlâ belleğimde yerini korumakta.

Aliağa ve Mersin Ataş'tan yüklemeleri tamamlayıp İstanbul'a geldik ve yükümüzü boşalttık, sonra yeni sefere başladık.

Kıç kasarada bulunan zabitan yemek salonunda öğlen yemeğimizi yerken aniden büyük bir patlama sesi duyuldu; sanki gemiye bir bomba düşmüş gibi.  Şaşkınlık anı geçmeden, patlamanın ardından geminin kıçı sert bir biçimde hoplamaya başladı. Tabaklarımızı tutmak zorunda kaldık, yere düşmemesi için. Önce ana makinenin bağlantı cıvatalarının kesildiği, koptuğu sanısı ile makine dairesine koştuk. Çünkü geminin geçmişinde böyle olayların yaşandığını biliyorduk. Makineyi tamamen durdurup, ana makinenin bağlantı cıvatalarını  çepeçevre çekiç yoklamasından geçirdik. Ama hiç kesilmiş cıvata bulamadık. Hepsi sapsağlamdı. Makineyi yeniden çalıştırdık; gemi yine hoplamaya başlayınca, pervanede bir sakatlık olduğu sanısına vardık. 2.Müh. Ayhan ve 3.çarkçıyı filika ile denize indirdik. Tornaçark ile pervaneyi çevirerek  bir sakatlık aramaya koyulduk. Zaten gemi boş olduğu için pervanenin yarısı su dışındaydı. Dört kanatlı olan pervanenin bir kanadının dibinden kopmuş olduğunu gördük. Gemimiz Marmara adası açıklarındaydı ve henüz Marmara denizinden çıkmamıştık. Yani İstanbul'a çok yakındık; İstanbul'a geri dönmeyi önerdim. Ziya Kaptan seferi tamamlamak isteğini ileri sürdü. Olay Mersin yakınlarında bir yerde başımıza gelseydi seferi tamamlamak zorundaydık zaten. Ama İstanbul'un burnunun dibindeydik ve tam yol ile seyir yapamayacağımız da hesaba katılırsa, Tepebaşındaki gazinoda sahneye çıkan dansöz kadın gibi popomuzu hoplata hoplata 8-10 gün sefer yaparsak herkes bize güler düşüncesi ile İstanbula dönmeye karar verdik.

Gemide yedek pervane vardı ve kanadı kopan pervane ile değiştirildi. Ancak yedek pervane brons değil pik idi. Güvertede bağlı duran yedek pervanenin yanından ne zaman geçsem, yedek pervanenin pik olduğunu görür "yahu pervane pikten yapılır mı?" diye kendi kendime söylenirdim. Şimdi anladım ki pik pervane geçici kullanım için yapılmış; nitekim Hollandaya sipariş edilen brons pervanenin gemiye gelmesi 6 ay ya da 1 yıl sürdü. Bu süre içinde pik pervaneyi kullandık. Ama zaman içinde kanat uçlarının arka tarafları korozyondan avuç içi büyüklüğünde oyuklar oluşmuştu.

Anımsıyorum, galiba M/v Kastamonu'da da benzer bir olay oluşmuştu Antalya açıklarında bir kaç yıl sonra. Gemi çarşaf gibi durgun denizi keyifle yarıp, parçalayarak ilerliyorken; o da ne? Gemi sanki suç işlemiş gibi denizi yarmaktan vaz geçiyor ve ağır ağır, bir süre sonra tamamen duruyor. Ama ana makine tam yol çalışmasını da sürdürmekte. Köprüüstü makine dairesine telefon ediyor "gemi durdu, ne oldu" diye soruyor. Mak. Dai. "burada her şey yolunda ve ana makine tam yol çalışıyor" diye yanıtlıyor Vardiya Mühendisi. Ana makinesi tam yol çalışırken duran geminin can filikasını indirerek pervaneye bakmak istiyorlar ama pervane yerinde yok ki; pervanenin yokluğu ile hayal kırıklığına uğrayanlar daha yakın bir inceleme sonucu pervane şaftının şaft kovanı çıkışında kesildiği ve pervane ile beraber denizin dibini boyladığı anlaşılıyor.

Bu olayın beni en güldüren yanı bir gazetede yayınlanan karikatür: "Pervanelerini yitirmemek için D.B.Deniz Nakliyatı ÖNLEM aldı" yazısının altındaki karikatür: Kıçına iri gözenekli büyük bir ağ torba bağlanmış bir gemi; düşen pervaneyi denizin dibine inmeden tutmak için!!!!
 
1976 yılının ilk çeyreği, M/T Garzan 4 yıllık sörvey ve bakım için İstinye Tersanesine bağladı. 2.Müh. Ayhan başta olmak üzere elimde oldukça çalışkan ve yetenekli bir ekip olduğunu ileri sürerek bazı makinelerin (egzost türbinleri ve jeneratörler gibi) sörvey ve bakımlarını Tersane yerine gemi ekibinin yüklenmesini BOD Müdürlüğüne önerdim. Böylece hem daha temiz iş olacaktı, hem de Deniz Nakliyatının onarım masrafları azalacaktı. BOD Müdürlüğü önerimi çok yerinde buldu, uygulanmasına izin verdi. Bu arada ben sadece bir koşul ileri sürdüm: Onarım sonlanıncaya kadar ekibimden hiç bir elemanın çekilmemesini istedim ve kesin söz aldım.

Büyük bir özveri ile çalışmaya başladık.

Çalışmalarımızın  en yoğun olduğu bir anında hepimizi çok çok şaşırtan bir ordine geldi: ekibimin elemanlarından birini başka bir gemiye atama ordinesi; çektikleri eleman sıradan bir kişi olsa neyse ama, verilen bütün sözlere ve garantiye karşın benim en değerli elemanım olan 2.Müh. Ayhan Büyüktürkoğlu için ordine düzenlenmiş. Ordinoyu aldım. Şirkete gittim. Personel Enspektörü kardeşimize durumu anlattım. BOD Müdürlüğüne üst düzey abilerimle yaptığım konuşmayı ve ileri sürdüğüm koşulu söyledim. Yani iyi ilişkilerle sorunu çözmeye çalıştım. Ama arkadaşımız nuh diyor peygamber demiyordu. Daha yukarıdan işi çözümleme girişimine adım atamadan tartışma sertleşti, çirkin kavgaya dönüştü. Benim de tepem attı.  Ordinoyu yırttım fırlattım, attım. "Sen polis zoru ile bile gemiden bir kişiyi cekmeye ben izin vermiyorum" diyerek, vurdum kapıyı, çıktım dışarı gemiye geldim. İşimizi sürdürdük.

Bakım, onarım ve sörvey işleri bitti. Garzan İstinyeden ayrıldı, Kumkapıya demirledi.
Tam o sırada aybaşı; maaşlarımızı aldık; benim ve Ayhan'ın maaşından 3'er yövmiye ceza kesilmiş!!! Ben aldırmadım, ama Ayhan bunu gurur sorunu yaptı ve bastı istifayı.

İşte o istifa Ayhan Büyüktürkoğlu'nun meslek alanında yıldızının parladığı andır.

Önce yabancı gemilerde, sonra Türk Armatörü Eksay Denizcilikte çalıştı. Sonra da kendi şirketini kurdu: TANMARİNE. Gemi onarım piyasasında çok başarılı işlere imza attı.

Ayhan Büyüktürkoğlu yalnız teknik yönden değil, bir çok alanda renkli bir kişidir. Piyano çalar, gitar çalar (babasından geçme gen olsa gerek). Yaşantının en güzel yönlerini iyi değerlendirir ve yaşamın tadını kıskanılacak bir biçimde çıkarır.

Cevdet Işık (Mk.65) MÜGESAN, Ahmet Ötkür (Mk.68) ÇELİK TRANS, Tarık Yılmaz Çelik (Mk.71) ve Emin Saraçoğlu (Mk.74) DENTEK, Suay Umut (Mk.59) DÜNYA DENİZCİLİK, Yılmaz Onur (Mk.75) ONURSAN, Hakkı Sarıkaya (Mk.71) İNTER-MAR, İlhan Önerdem (Gv.75) ANTARES, M. Yusuf Mardin (Mk.69) TURMAR MARDİN DENİZCİLİK.

Yukarıda bir çırpıda aklıma gelen Başarılı Girişimcilerimizden bir kaçını sıraladım.

Bu arkadaşlarımızla ne kadar övünsek, ne kadar gurur duysak yeridir.

Bir YDO mezunu olarak bu arkadaşlarımızı yürekten kutluyorum.

İlhan Özerdim (Mk.53)
#8
Anılarımız / SAUNA
Son İleti Gönderen İlhanÖzerdim - Mayıs 16, 2024, 05:01 ÖS
1962'nin  sonbaharı, Koçtuğ Armatörünün S/S Bodrum gemisinde 2. mühendisim. Hamburg limanı rıhtımındayız.

Ankara'da Etibank Maden İşletmeler Şubesinde 1 yıl 3 ay çalışma sonu karada bulunmaktan sıkıldım ve yeniden geniş gözerimli (ufuklu) maviliklere açılma isteğine yenik düştüm; Haziran 1962'de Koçtuğ'da işe başladım.
 
2.Kpt. Metin Leblebicioğlu (Gv. 54). Metin'in yeğeni Vural Onur Gv. 62) stajyer olarak gemide, dayısının yanında. Yeğeni Vural'ın iyi yetişip yetkin bir kaptan olması için Metin Kpt. elinden gelen çabayı esirgemiyordu. Yıllar sonra Stajer Vural gerçekten üstün başarılı, kusursuz ve yetkin bir Kaptan olduğuna onu yakından tanıyanlar tanık olmuşlardır. Metin Kpt.nın bu titiz, buyurgan, baskıcı, hatta acımasız  öğretim uygulaması çaresiz Vural'ın bunalmasına neden oluyor, ama aldığı aile görgüsü ile dayısına hiç ters düşmemeye çalışıyordu. Bu baskılı eğitimden sıkılan Vural kafa dengi bulduğu bana gelir, biraz rahatlamak için içini dökerdi. Ben de onu elimden geldiğince gönendirmeye (rahatlatmaya) çalışırdım. Bu ilişkiler sonucu Vural ve ben çok yakın arkadaş olduk.                                                                                       İçli dışlı beraberliğimiz sürgitti (devam etti). Dayı,Yeğen ikisi de rahmetli oldular.; ışıklar içinde yatsınlar.
Sen Pavli (St. Pauli) eğlence yerinden Vural ile ile beraber bir gece gemiye dönüyoruz. Önümüzdeki Fin gemisinin 2. Müh. ile tanıştık, rıhtımda gemilerin önünde. Finli İngilizce bilmiyordu ama olsun, biz yine de konuştuk rıhtımda ayaküstü. Arkadaşlık mayası iyi tuttu; İş saatinden sonra akşam bizim gemide  içki sofrasına çağırdık Finliyi.

Akşam benim kamarada çilingir sofrasını kurduk. Bir süre sonra Finli arkadaşımızın katılımı ile ben, Vural ve Finli konuğumuzla söyleşmeye başladık; kafalar cilalandıkça söyleşimiz daha derin anlam kazanmaya başladı. "Hangi ortak dil ile konuşuyorsunuz?" diye sormayın; biz de bilmiyoruz.!! Anımsadığımız Finli Fince, Vural ile ben İngilizce ve Türkçe konuştuğumuz gerçeği. Bir de çorbadaki eksik tuzu gidermek için ben söyleşiye Almancayı da katıyordum. Yani anlayacağınız bizim çilingir sofrası derin konuları içeren bir Uluslararası Sempozyuma dönüştü. Sizin nasıl düşleyeceğinizi bilemem ama, şunu içtenlikle söyleyebilirim ki, ben size gülesiniz diye  bir güldürü masalı anlatmıyorum, ama yaşadığımız bir gerçeği betimlemeye çalışıyorum. Hayatta olsaydı Vural da bu konuda benim yanımda yer alırdı.
 
Bir ara Finli gemisine gitti, bizden birkaç dakikalığına izin alarak. Çok gecikmeden döndü. Çilingir soframızı zenginleştirmek için getirdiği bazı Fin mezelerini masaya koydu. Hepsi de tam rakıya eşlik edecek özelikte lezzetli mezelerdi. Bunlardan biri hamsiden de küçük çiğ balıktı; tuzlu salamura balığı değildi. Dümdüz, denizden çıkmış 'ÇİĞ BALIK' idi; pişmiş balıktan daha iyi pişmiş lezzetinde balık. Hem şaşırdık, hem de büyük bir iştahla balıkları yuttuk.

Bir kez de Finli arkadaşımız bizi gemisine çağırdı. Küçük bir aperitiften sonra saunaya girmeyi önerdi bize. Tamam dedik ve Finli arkadaşımıza uyarak soyunduk. Uzakta olmayan, aynı koridorda bulunan hamama donlarımızla girdik. Sağda 3 adet açık duş, soldaki duvarda 3-4 adet lavabo ve aynaları, karşı duvarın sağ köşesinde sauna olduğunu anladığım kapalı bir bölme vardı. Ben lavaboların birinde ellerimi yıkarken aynadan Vural ile Finlinin bir didişmesini gördüm. Finli Vural'ın donunu aşağı çekmeye, çıkarmaya çalışıyor, Vural da buna izin vermiyor ve donu olduğu yerde kalması için uğraş veriyordu. İyi ki don bu çekiştirmeye dayanıklıymış; yoksa don yırtılır her şey ortaya dökülebilirdi. Ben bütün bunları dönüp bakmak yerine aynadan izlemeyi yeğliyordum; sanki aynadan yansıyan görüntü olayın ayıbını daha hafifletecekmiş gibi.!! Vural'ın utanç duygusu baskın geldi ve Finli donu çıkaramadı. Başarısız kalan Finli kendi donunu çıkartarak saunaya girmenin kuralını açıklamada başarılı olabildi ancak ve Vural kendi özgür istenci ile donunu çıkardı. Bunları büyük bir ilgi ve karmaşık duygularla izleyen ben hiç bir sorun çıkarmadan kurallara uyum göstererek, vurdumduymazlıkla donumu çıkardım ve saunaya girdim.

Saunanın duvarları kabarık iri ağaç kütükleri ile kaplanmış, duvardan duvara yerleştirilmiş tahtaların üzerinde de oturuluyor. Oldukça küçük olmasına karşın biz üç kişi rahatça oturabildik. Bir kenarda elektrikli ısıtıcı ve üzerinde yeşilimsi taşlar vardı. Bir leğen içinde bulunan suyu kepçe ile bu kızgın taşların üzerine döküyordu Finli ara sıra. Kızgın taşların üzerine atılan su anında renksiz, saydam kızgın buhar oluyor ve saunanın iç sıcaklığını 95 derecede tutuyordu. Bu yüksek sıcaklık bizi buram buram terliyor, burun deliklerimizin iç yüzeyini yakıyordu.

Böylece bir süre geçtikten sonra kapı birdenbire açıldı; o da ne? Genç, sarışın ve çok güzel bir kız kapıda, bizlere biraz şaşkınlıkla bakıyor.!!! Üzerinde bornoz var ama kızın her yerini örtebilmiş değil. Zaten Finlandiyada kaçgöç pek önemsenmediği için saunaya gelirken kızın bu görüntüsü doğal karşılansa da bizim (Vural ve ben) aniden gözlerimiz fal taşı gibi açıldı, beynimizde şimşekli fırtınalar oluştu. Finli ile Finli kız arasında kısa bir konuşmadan sonra kız sıcak bir gülücükle kapıyı kapayıp gitti. Besbelli aralarında yer yokluğu konuşuldu ve kız daha sonra gelmek üzere gitti. Kız geminin Telsiz Zabitiymiş.
 
Biz konuğuz, bize düşmez ama Finli ev sahibinin ayağa fırlayıp, afrodit güzelliğine "buyurun Hanımefendi" diyerek yer vermesi gerekirdi. Sauna üç kişilik olsa da biraz sıkışarak dördüncü kişiye de yer açılabilirdi. Finlinin oturduğu yer pek uygun olmasa da Vural ile benim aramda bu yeni konuğa yer açılabilirdi; o zaman sauna çok sıcak bir kıyafet balosu görünümünü alır ve ısıyı arttırmak için artık sıcak taşlar üzerine su dökmeye gerek kalmazdı. Çünkü bu yeni konuğun aramızda bulunuşu ısı artışını tepe yaptıracağından, sauna 95 derecenin altına hiç düşmeyecekti.

Sanatla akraba olan güzelliğin karşısındaki Finli 2. Mühendisin bu duyarsızlığına o zaman ben çok yazıklanmıştım.
 
Böylece sauna çağrısı dramatik bir son ile bitti.

İlhan Özerdim
#9
Anılarımız / EVE DÖNÜŞ
Son İleti Gönderen İlhanÖzerdim - Mayıs 16, 2024, 04:56 ÖS
Amerika serüveninin sonlanması.

Savannah'da S/S Yozgat gemisine bindim; biletli yolcu gibi değil canım!!! Yani gemiye yeni atanmış personel gibi; bütün gemi de beni böyle karşıladı. Bir kamaraya yerleştim; yolcu kamarası mıydı? ya da boş bir zabitan kamarası mıydı? anımsamıyorum. Yani anlayacağınız, babamın evi gibi girdim, yerleştim.

Süvari Zeki İçsel (Gv. 32), 2. Kpt. Yavuz Olcay (Gv. 48), 3. Kpt. Hüsamettin Günşeber (Çamur Hüssam, Gv. 53), Baş Müh. (anımsamıyorum, her hâlde ameliydi), 2. Müh.  İlhami Aydın (Mk. 52), 3. Müh. Metin Epçim (Mk. 56),  4. Çarkçı (Şoför) Mehmet'den oluşan zabitan ekibine ben de 'Konuk Mühendis' olarak katıldım. Arkadaşlık bağlamında kafama en uygun kişi 3. Müh. Metin Epçim ile ilişkilerimiz kısa süre içinde derinleşti, olgunlaştı. Metin ile burada başlayan beraberlik yıllar içinde kardeşlikten de öteye taşındı. Ben onsuz, o bensiz yaşadığımız süreler biz eksikmişiz; şimdi tamamlandık.
 
Savannah'ta bir akşam Metin ile ikimiz bir dansinge gittik.  Yemekli lüks gazino değil, sadece dans edilen büyük bir salon; sırf gençlerin dans etmeleri için.  Oldukça büyük bir pistin kenarlarına dizilmiş sandalyelerde kızlar oturuyor, erkekler de ayakta. Caz, müzik çalmaya başlayınca, ortalık birden karışıyor, oğlanlar "Allah Allah" dercesine oturan kızlara koşup onları dansa kaldırıyorlar.  3-5 parçadan sonra caz yine bir ara-dinlenmeye giriyor. Kızlar sandalyelerine dönüyor, oğlanlar da bundan sonraki dans için ayakta bekleme dönemine giriyorlar.
 
Doğal olarak ben de havaya uyup, müzik başlar başlamaz  süngü takıp hücuma geçtim, mertlik alanına daldım. Ben bunları laf olsun diye yazıyorum ama gerçekten bir savaşım alanına girmiş gibiydim, çünkü hiç bir kız benimle dans etmeye yanaşmadı. Şaşılacak şey..!! Böylesine kalabalığın içinde benim yabancı olduğumun ayırdına mı vardılar acaba? Sonra, yabancı olsam ne olacak ki? Ben akrep değilim ki, alt tarafı bir dans edeceğim. Kabalık gösterip bundan kaçınmanın alemi ne? Metin'in "bırak İlhan üsteleme; hangi nedenle olursa olsun, seninle dans etmek istemiyorlar" demesine karşın, "hayır Metin, ben bir centilmen olarak dans çağrımı sürdüreceğim, onlar da  bana 'hayır' diyerek nezaketsizliklerini sergilesinler, umurumda bile değil" karşılığını verdim ve dans etme isteğimi inatla sürdürdüm.
 
Nasıl oldu, bilmiyorum; bir kız benimle dansa kalkıverdi; kız bana acıdı mı?, yoksa yanılgıya mı kapıldı? anlayamadım.!! Kız çok güzel dans ediyordu. Onun bu güzel dans yeteneğini sergilemesi için ben de bütün becerimi kullandım ve profesyonel bir dans çifti gibi izlenmesi büyük keyif veren bir dans gösterisi sergiledik, sunduk. Pistte öbür dans edenler bizim coşkulu dansımızın çekiciliğine kapılıp, kendi dansları ile hemhâl olacakları yerde bizi izleyebilmek ve bize yer açmak için istenç-dışı (irade dışı) bir eylem ile pistin kenarlarına kaydılar; böylece hem bize daha geniş dans alanı açtılar,hem de bizi daha rahat izlemek olanağı yarattılar kendilerine. Bundan sonra ne mi oldu? Kızlar çağrılı bakışlarını eksik etmediler üzerimden bir kez benimle dans edebilmek için. Her ne kadar başlangıcta bana kaba davranmış olsalar da  ben bir hoşgörülü olarak elimden geldiğince onların bu isteklerini karşılamaya çalıştım, gece boyunca. Metin de bu işe ve benim inatçılığıma şaştı kaldı.

Bir de Trieste'de böyle bir olay  başıma gelmişti. Ağustos, 1953 S/S Ardahan gemisi ile İtalya'nın Trieste limanındayız. Aynı Savannah'taki gibi bir dansinge gittik. Büyük bir pist etrafında dizilmiş sandalyelerde oturan kızlar ve ayakta bekleşen ya da oturan  oğlanlar dans etmek için cazın müzik çalmasını bekliyorlar. Müzik çalmaya başladı herkes dansa kalktı. Ama kızlar benim ile dans etmeye hiç yanaşmadılar. Defalarca refüze oldum.
 
Masamıza bir delikanlı geldi. Kendini tanıttı. Adı Ali imiş; ama bizim bildiğimiz 'Ali' değil. İtalyanca adının kısaltılması 'Ali' imiş. Olsun, biz yine bildiğimiz 'Ali'yi benimsedik. Oğlan dedi ki "bizim burada bir gelenek vardır; başka biriyle dans etmekte olan bir kızla sen dans etmek istersen, kavalyenin omuzuna elini koyarak damı ile dans etmek isteyebilirmişsin. Nezaket gereği bu isteğe uyulurmuş." konuşmasını sürdürerek "şimdi ben bir kızla dansa kalkacağım, sen gel, elini omuzuma koy ve kızı benden iste" dedi ve gitti. Böylece iyiliksever Ali'nin yardımı ile dans edebildim. Ama Savannah'taki gibi büyük ilgi ve tezahürat oluşmadı; ya kızlar iyi dans edemiyorlardı, ya da ben iyi dansözlük düzeyine henüz ulaşamamıştım.!!!

Gemi Trieste'den kalkıncaya değin Ali ile arkadaşlığımız sürdü, sık sık görüştük.

Bir ilginç dans olayı daha yaşandı, Anvers'te. Aslında Anvers'te  çok olaylar vardır da, ben sadece birini şimdi anlatacağım:

1957 Yılının yaz ayları. S/S Eskişehir gemisi ile Anvers limanındayız. Gemide en iyi anlaştığım, kafa dengi arkadaşım 3. Kpt. Aydın Kutluğ (Gv.54). Seyirde, limanda hep beraberiz.  Limanlarda nöbetçi olmadığımız akşamları eğlence yerlerini beraber dolaşırız. Alkolün de dozunu kaçırdığımız bir akşam bütün dansingleri dolaştık. Karnımız acıktı. Elimizde birer hotdog (sıcak köpek) sandviçi ile eğlence yerlerini dolaşmayı sürdürüyoruz.

Dünya savaşı cehenneminden paçayı kurtarmış olan Avrupa'da her yer sabahlara kadar açık. İnsanlar çılgınlar gibi eğleniyor. Erkeklerin çoğu savaşlarda yaşamını yitirdiği için erkek kıt, kadın bol; her erkeğe 8-10 belki daha fazla kadın düşüyor. Yani Avrupa Müslümanların cennetine dönmüş; her cennetlik erkeğe Allah 70 huri veriyor ya, onun gibi.!! Biz de bu cennet içinde elimizde sıcak köpek sandviçi ısırarak o dansing senin bu dansing benim dolaşıyoruz. Önümüze bir eğlence yeri çıktı. Elimizde sandviçlerle daldık içeriye. Daire şeklinde pistin kenarına kadar yaklaştık. Güzel bir dans müziği çalıyordu ama pek dans eden yoktu. Sol tarafımda, pistin kenarında küçük bir masada bir adam bir kadın bira içiyorlardı. Ama kadın müşteri değildi, çünkü önünde garson kadınların taktığı küçük önlük vardı. Ben biraları görünce sandviçin boğazımda bıraktığı acımsı susamışlığı duyumsadım ve elimdeki sıcak köpeği masaya bırakıp kadının önündeki bira bardağını kafama diktim. Susuzluğum yatıştı. Bardağı masaya koydum, garson kadını kolundan tutup dansa kaldırdım. Benim bu etik dışı, yabanıl eylemlerime hiç bir tepki gelmedi. Kadın çok güzel dans ediyordu; zaten Anvers'in bütün kadınları , kızları güzel dans ederler; dünyanın en güzel dans edenleri diyebilirim. Dansımız çok beğeni aldı, çok alkışlandık. Garson hanımı nazik bir şekilde yerine götürdüm, birasından bir kaç yudum daha aldım. Masa üstündeki sandviçimi aldım, beni bekleyen arkadaşım Aydın'ın koluna girip dansingten dışarı çıktık.

Sabah uyandım. Gece olanlar gözümün önünde canlandı. Ama sarhoş değilim artık.  Yaşananlar ayık kafa ile pek normal görünmüyor. "Delidir ne yapsa yeridir" örneği, "çekmiş kafayı adam sarhoş, ne yaparsa karşılanır hoş" söylemlerine sığınıp, avundum.
 
66 yıl önce yaşadığım bu olay çok net bir video gibi hâlâ belleğimde duruyor. Ama yine de arkadaşım Aydın Kutluğ'a dün telefon ettim, onun belleğindeki videoyu izledim. Videolar hatasız çakıştı.

Yahu, ben eve dönüşü anlatacaktım, dünyayı dolaşmaktan evin yolunu yitirdik besbelli.

Savannah'tan yola koyulduk. Herkes görevinin başında. Ben yolcu gibi gemide seyir yapmaya alışık değilim ki; Konuk Müh. olarak kendime bazı görevler oluşturdum. Gece 12-4 vardiyasını makine dairesinde Metin ile paylaştım. Hem serin hem de gürültüsü az olan şaft yolunda her gece 4 saat söyleştik, konuştuk, yol boyunca. O zamanlar makine dairelerinde ses geçirmez, serinletmeli kontrol odaları olmadığı gibi 4 saat vardiya süresinde oturmak bile hoş karşılanmazdı. Ayakların yorgunluğunu biraz gidermek için yüksekçe bir yere poponu koysan bile amirlerden birinin makineye gireceği kapıyı ya da yolu gözetim altında tutmak zorundasın; onlardan biri geldiğinde ayağa fırlamak için.

Şaft yolunda ayakta Metin ile ne konuşurdunuz diye hiç sormayın. Ne konuşmadık ki; biz de şaşıp kalmıştık, yaşantımızda anlatacak bu kadar çok şey olduğuna. Bunları da yaz demeye kalkmayın, hem 800-1000 sayfalık bir kitap olur, hem de gücüm yetmez.

Gündüz 12-4 vardiyasını da köprüüstünde Çamur Hüssam ile tuttum. Hüsamettin ile ben hemşehriyiz; ikimiz de İzmir'liyiz. İzmir'de doğduğumuz yerler de birbirine yakın. O Eşrefpaşa'da, ben ise onun hemen altında Topaltı'nda dünyaya gelmişiz. Eskiden ramazanda iftar vakti top atılırmış Eşrefpaşadan. Top atılan yerin altındaki mahalleye "Topaltı" demişler. Eşrefpaşa Topaltına göre daha bilinen daha büyük bir yerleşim yeri. Bir de Eşrefpaşadan çok bıçkın külhanbeyi çıkar. Bütün İzmir Eşrefpaşalılara özenti duyar.
 
Durunamayan bir yaradılışta olan ben geminin başkaca günlük işlerine de burnumu sokarak seferi tamamladık . İskenderuna girdik. Yetkililer, ben gemi personeli olmadığımdan benden pasaport istediler. Pasaport yok; ben Türkiye'den liman cüzdanı ile çıktım. Liman cüzdanını kabul etmiyorlar çünkü gemi personeli değilim.  "Sen Türkiye'ye giremezsin" dediler noktayı koydular; iyi mi?? Beni gemiden dışarı çıkmama da izin vermiyorlar. "Yahu kardeşim, ben özbeöz Türküm, herkes gibi güzel Türkçe konuşuyorum, annem, babam Türk ve İzmir'de oturuyorlar, Bergama Nüfuz idaresinde kütüğümüz var" dememe karşın 'nuh diyorlar da peygamber demiyorlar.'  İş büyüdü, dallandı, budaklandı, İskenderun Kaymakamlığının kapısına dayandı. Kaymakam beni çağırttı. Gözetim altında (kaçmayayım diye) Kaymakamlığa götürüldüm. Kaymakam Bey sordu soruşturdu, ölçtü biçti, son n0ktayı koydu: "bu adam Türk, Yurt'a girebilir". Ohh Be!! Artık memleketimin yurttaşıyım. Ne mutlu bana.!!

Yani Türkiye'ye girmek Amerika'dan çıkmaktan daha zormuş, valla.
 
İskenderun da işimiz bitti. İstanbul'a geldik.

O zaman D. B. Deniz Nakliyat T.A.Ş. Karaköydeki Yolcu Salonu binasının 1. katının sol tarafında bulunuyordu. Dışarıdan bir merdivenle Şirkete giriliyordu. Denize bakan ön taraftaki odalarda Şirket Müdürü, güverte ve makine Baş Enspektörleri gibi Şirketin ileri gelenlerinin odaları bulunuyordu. Geride de öbür çalışanlar ve masaları vardı. Yani yer darlığından iç içe sıkışık bir durum.
 
Salon girişinde sağda küçük bir camlı bölmede oturan Acente Behçet Ağabey (Behçet Özçiçekçi, Mk. 45) bilet ücretini ödemem gerektiğini söyledi; oldukça da yüksek bir ücret.  Param yok deyince "o zaman nüfuz kağıdını ver, parayı getirince alırsın" dedi . Verdim ve ekledim: "Vatandaşın nüfuz kağıdına el koymanın büyük bir suç olduğunu kanun söylüyor; bunu bilmiyordunuz her hâlde, Behçet Abi" dedim. Bu sözlerim üzerine nüfuz kağıdını bana uzatarak, " o halde liman cüzdanını ver bunu al"  dedi. "Onu veremem, çünkü çalışmam ve size borcumu ödemem gerek. Liman cüzdanı olmadan nasıl çalışırım?"  dedim.

Nasıl oldu? Bilmiyorum, anımsamıyorum; bir kaç gün içinde sorun kendiliğinden çözüldü !! Nasıl mı oldu? Uyanık abilerimizden biri "yol boyunca gemide çalışmıştır diyen bir yazı versin Kaptan" diyerek bir öneri attı ortaya. Kaptanın mühürlü mektubunu Behçet Abiye verdim, nüfuz kağıdımı aldım. Yetmedi; olumlu olaylar sürdü gitti ve Deniz Nakliyatında yeniden  işe de alındım. Bitmedi: olumlu esintinin sürmesi ile, bazılarının kaygılarına karşın, beni iyi tanıyanların güvencesi ile Amerika seferi yapmak üzere S/S Yozgat gemisine 3. Müh. olarak atandım. Atanan  2. Müh.  sınıf arkadaşım Hikmet Olcay (Beton Hikmet, Mk.53) ile beraber ben yine 2-3 ay sonra New York'taydım. Fakat New York'ta çok az kaldık. Yani ben N.Y.'taki tanış ortamıma bir merhaba diyemedim.

1958 Ağustos-Eylül'de yaptığım kısa bir ABD seferi gözardı edilirse, Nisan, 1963 tarihine değin Amerika'ya gidişim olmadı.

İlhan Özerdim
#10
1-) Forumda yazılan mesajlardan tamamen yazan forum üyesi sorumludur. Şahısların yazdıkları yazılardan dolayı forumumuz hiçbir sorumluluk kabul etmez.
 
2-) T.C. yasalarını ya da uluslararasi kanunları, anlaşmaları, tüzükleri çiğneyen mesajlar foruma gönderilemez.
 
3-) Topluluklar hakkında tahrik edici ve küçük düşürücü yazılar yazılamaz.

4-) Yorum amacı taşımayan salt propaganda içerikli parti ve siyaset yazıları yasaktır.

5-) Üyeler arasında taciz edici yazışmalar içerisinde bulunulması yasaktır.

6-) TAMAMI! büyük harf olacak şekilde yazı yazılması yasaktır.

7-) Forumda, sitenizin ziyaret edilmesini istemeniz, sitenizde satılan veya aracı olunulan bir "ürünün" reklamını yapmanız ve bunlar dışındaki tüm ticari kaygı güden mesajlar ve crack, warez, hack appz ve benzeri sitelerin tanıtımı yasaktır.

8-) Forum sayfamızın amacına uygun ve ticari içeriği bulunan portallar, forum moderatörleri kabulü ile yayınlanabilirler.

9-) Forum yönetici ve moderatörleri, site içerisindeki tüm verileri silme hakkına sahiptir.

10-) Her türlü "telif hakkı" içerecek, .mp3, .mov, .mp4 gibi kaynak belirtilmeden paylaşım yapılması yasaktır.

11-) Forum yöneticileri, kurallara uymayan veya konu hakkında taşkınlık oluşturan bir üyeye önce 15 gün kısıtlama getirmek ve hala kuralları çiğnemeye devam ederse forum üyeliğini sonlandırma yetkisine sahiptir.



Tüm üyelerimiz bu kuralları peşinen kabul etmiş sayılır.